They knew the time would come, and time would be cruel.

space

space

Bir otostopçunun galaksi rehberini okumadığım için, haliyle bir veda cümlem de yok. Ne alaka.

Hayatım son zamanlarda çok hızlı akıyor. Ben, yıllarca boş boş gezdiğim halde ben, bir allahın günü bile kendimi tanımaya çalışmadım. Ama son günlerde, hayatım böylesine koşarken, tek yapabildiğim tek şey bu. Size zamanla ilgili problemlerim olduğundan bahsetmiştim. 

Selim'in dediği gibi, altımdan bir yokluk, bir hiçlik çıkıyor. İnsanlar dayanıyor; ama ben buna dayanamıyorum, yaşayamıyorum. Artık olmuyor. Eski ben ile yeni ben arasında çok büyük bir fark, çok büyük bir gelişme var sanıyordum. Sanıyordum, lakin yeni yeni fark ediyorum ki; ben diye bir şey yok. Her şey naylondan ibaret. 

Hiçbir şey okuyamıyorum, hiçbir şey yazamıyorum. İnsanları dinleyemiyorum. İnsanlara anlatamıyorum da. Eskiden insanlara anlatma fikrini aptalca bulurdum. İnsanların beni anlamayacağına inanırdım. Ama diyorum ya, bir yalan patlak verdi mi, diğer yalanlar illaki sızıyor. İnsanlara anlatamıyorum, çünkü anlatacak bir şeyim yok. Sağıma bakıyorum, soluma bakıyorum; ama yok. Kafam adeta örümcek ağlarıyla kaplı bir tavan arası. Örümcek ağı denince aklıma Unutulan geliyor. Beni terk etmeyen tek şey belki de Oğuz Atay. 

Netice olarak, artık çok anlamsız. Buraya bir daha bir şey yazmayı düşünmüyorum. Bu kararım hayatıma yeni bir başlangıç değil, hayatıma bir son da değil. Ne yapmaya çalıştığımı bilmiyorum. Ama kendimden kaçmaktan çok yoruldum. Kendimi bir kafede karşıma alarak, onunla konuşmalıyım. Ve onu terk edip, küçük bir el çantasıyla defolup gitmeliyim. 

Sanırım bu kadar. Yazdığım her manasız şey için özür dilemiyorum. Burası benim lan. Silah mı dayadım kafanıza. Okumasaydınız.

Gitmeden önce Ruby Tuesday olayım da bi' boka yarayayım.

Hoşça kalın.
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 11/26/2011 3 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Beni bu Ah Muhsin'li otobüs yolculukları mahvetti.

Kelimelerimin üstüne öyle bir sinmişsin ki, sıkılıyorum. 
Kokun üzerimde, fazla uzaktasın, ve ben kendimden kaçamıyorum.

Ellerimi ısıt diye, ellerimi sana vermiştim. 
Kürk Mantolu Madonna'da da böyle bir an vardı, bilirsin.
Bildiğin, bildiğim, ve sadece ikimiz biliyormuşuz gibi yaptığımız zamanlar,
Şimdi ardına bakmadan kaçıyor. 
Ben dışında herkes, ardıma bakmadan kaçıyor. 

Günün her saatinde seni düşünmüyor olmam, aslında en tehlikelisi. 
Ne kadar sinsi hayvan varsa bildiğim, şimdi hepsi sensin. 
Yanaklarımı, ellerimi camdan atmak istediğim anlar oluyor. 
Yastığımın altı artık olmaz, yerde yatman en güzeli. 

Ah Muhsin, artık bana ahlıyor.
Çay suyu koyuyorum ve kimse çayı anlamıyor. 
Çay için su bardakları yıkıyorum
Su bardakları idealist olma konusunda tutarlı. 


Seni özlüyor olmam, çay suyunun kaynadığı gerçeğini değiştirmiyor.
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 11/12/2011 3 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

I'll be back.

Evde yalnız otururken, birden aklıma düşüyor. Aklıma düşünce canım acıyor. Aklıma bir şey düşüyor sonuçta lan. BUM diye. Boru değil.
İlk şoku atlattıktan sonra düşen şeyin acısını da ben yaşıyorum. Düşen şeyin acısını yaşamak çok sıkıcı. Düşen şey adeta bir orangutan gibi kafamın içinde daldan dala hopluyor. Ama tam olarak orangutan da değil. Çok anlamsız. 

Ev işte. Evde yalnız otururken aklıma düşüyorsun. BUM diye. O zaman seni yerden kaldırıyorum. Seni kovmak istiyorum, ama olmuyor. O zaman sağ elimi alıp, sol koluma koyuyorum. Kafamda bir yerlerde plağı takıyorum. Plak çizik değil. Çalıyor.

Omzuma vurmaya devam ediyorum. Sen o sırada seni yerden kaldırdığım için teşekkür bile etmeden, gidiyorsun. 
Formunu korumak için düzenli olarak gidiyorsun.

beatles- I'll be back.
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 11/05/2011 2 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Starwars çok mübarek bir şey.

Saatleri bir saat geriye aldığımız şu günde, sabahın altısında kalkarak ne yapmaya çalıştığımı ben de anlamadım. 
Uzun zamandan beri ne yapmaya çalıştığımı anlamıyorum. 

Mesela dün töder sınavında, sözelci olmama rağmen fizik sorusu çözeceğim diye bir yerlerimi yırttım. Çünkü hayatım boyunca astronomi ve uzay bilimleri okumak istemiş; ve sınava girmeden önce Starwars 4'ü izlemiştim. Bunların bana fizikte bir getirisi olmalıydı. 
OLMADI. 

Mesela son günlerde, Sinan denince aklıma mimar, mimar denince aklıma Sinan, sonra yine Sinan denince aklıma Bir Çocuk Sev- NE DİYORUM LAN BEN?!

Bu saçmalamalar konusunda insanların desteğini aldığımı bilmenizi de istiyorum. Sonuçta okul açıldıktan üç gün sonra "SINAVLARINIZ BAŞLADI MI KIZIM :)" diyen  bir babayla aynı evde yaşıyorum. 
Babam aslında güzel bir insan. Her gün tavukgöğsü yedirtiyor. 

Sıkıntıdan dolayı, BUM diye patlamaktan korkuyorum. Gideyim de 14 dakika 26 saniye boyunca dans edeyim.
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 10/30/2011 2 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Master and Servant

Avuç içlerim kararıyor. İçim kararıyor. Yüzüme güneş vurunca çillerim çıkıyor. Çillerim içimi karartıyor. İçim kararmasın diye kendimi Mimar Sinan'lı hayallere atıyorum; sonra yine avuç içlerim kararıyor.

Başıma bazen beter ağrılar giriyor. Beter ağrıların başıma girdiği her gece kabus görüyorum. Sonra babamın yanına kıvrılıyorum. Babam beni her gördüğünde ÖEEE diye bir tepki veriyor, sabah da kuulluğuna devam ediyor. Ben de kulluğuma devam edip, kendimi hayatın içine iteliyorum. Kendi elimden tutup kendimi okula bırakıyorum. Sonra kendim gidiyor. Kendimin arkasından ağlıyorum. Şakalar ve türevleri. Ama limitleri değil.

CANIM SIKILIYOR.

Genelde ben çantamı taşıyorum, bu şarkı da beni taşıyor. Çantayla tek farkımız, aradaki 55 kilo fark.

CANIM İT GİBİ SIKILIYOR DİYORUM.
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 10/21/2011 4 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Kanalıma yapacakları adi tedavi.

Aylardır çektiğim diş ağrısından sonra bugün ekibim ve ben dişçideydik. Doktor dişlerime bakıp durumları kötü dedi. Koltuğun kenarını kavradığımı hissettim. Kanal tedavisi olacak dedi, dişindeki hisleri alacağız dedi. Yanlışlıkla hislerimi komple alırlarsa diye düşündüm. Sonra çok da bir şey kaybetmem dedim. Bu esnada ağlamamak için çok direndim.

Ağlamamak için niye bu kadar direndim, ve ne bok yemeye ağlamak istedim; bunları bilmiyorum çocuklar. Ben artık hiçbir şey bilmiyorum. Odama yapma kum dolu bir kova koyup, kafamı da içine sokmayı düşünüyorum.

Bazen sürekli bir kum kovasıyla gezmeyi de düşünüyorum. İnsanlar beni sinir ederse kafalarını kuma sokarım. Aslında kendi kafamı kuma sokma isteğinden yavaş yavaş vazgeçiyorum. Yorgan ve yatak varken böyle şeylere ne gerek var aslanlarım? 

Canım o kadar sıkılıyor ki. Ders çalışıyorum. Ders çalışırken kendi kendime "La ben sinema televizyon okumayacak mıyım? O HALDE NİYE FİLM İZLEMİYORUM YARRAAM!?" diyorum. Sonra gidip film açıyorum. Filmin yarısında "La ben hala liseli değil miyim? Yarın sabahın köründe okula gitmeyecek miyim? O HALDE NİYE YATMIYORUM YARRAAM?!" deyip, bu sefer de yatıyorum. Günlerim böyle geçiyor.

Dişçiye pazartesi günü gideceğim. O zamana kadar şehriye çorbası havuzumda yüzmeyi, ve beş aydır bitiremediğim kitabı bitirmeyi düşünüyorum.

Hayat çok zor.
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 10/15/2011 4 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Geceler deriinn ;);)

Her sabah altıda evden çıkıp, sekizde dönüyorum. 
Sanırım sırtımda 5 kilo taşıyabilmek gibi yetenekler de kazandım.
Derslerde aklım kaçmasın diye, aklıma tasma da taktım. 
Efes Blues Festival'ine gitmek için can atarken festival gününde evde uyuyakaldım. 
Her yerde uyuyakaldım. 
Mat 1 çözemiyorum. 
Her gün ellerini görüyorum.
Unutturma hapına başladım. 
Hap bir adet üzüm tanesinden oluşuyor. 
Doktor isteğe göre bir kase sakızlı muhallebi de kullanabilirsin dedi. 
Annem attığım doğum günü mesajına "sgl" diye cevap verdi. 
Ve ben güzel uykumdan uyanıp sizlere bunu yaz- BEN NİYE KALKTIM Kİ AMK?!

ÇILDIRMICAM.mp3
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 10/04/2011 1 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Bugün hava standarttı.

Kimse cebimde şarkı biriktirmeye bayıldığımı bilmiyor. 
Cebimdeki şarkıları insanlara vermeyi sevmiyorum. 
En son cebimdeki şarkıları verdiğim birisi beni terk etti. 
Cebimdeki şarkıları ondan özenle sakladığım birisi beni terk etti. 
Ama cebimdeki şarkılar beni terk etmiyor. 
ÇÜNKÜ ONLARI TEHDİT EDİYORUM. 

Cebimdeki şarkılarla duygularım ilişkiye giriyor. 
Şarkılar kuluçkaya yatıyor. 
Cebimde. 
Sonra düşünceler doğuyor. 
Düşünceler büyüyor. 
Haliyle yuva kurmak istiyorlar. 
Onların sadece seks yapmasına izin veriyorum. 
Çünkü şiddet sadece Tarantino filmlerinde güzel. 

Şarkılarla duygular sevişince sadece duygu doğuyor. 
Bunu anlamıyorum. 
Mesela doktorla mühendis sevişince çocukları avukat olabiliyor.
Ve bir bok olmama gibi bir hakları da var. 
Ama şarkılar. 
Niye ortaya şarkı çıkmıyor. 
Şarkılar neden iç güveysi gibi yazılıyor?
-İç güveysi böyle mi yaşanıyor?-

Duygularım cebime gelmiyor. 
Duygularım çok kaba.
Hep şarkılar onların ayağına gidiyor. 
Kendilerini ezdiriyorlar. 
Kendimi ezdiriyorlar. 
Saçmalıyorum. 

Çok. Fazla. Saçmalıyorum.
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 9/22/2011 3 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Günaydınmak

Uyandığım zaman güneş gerçek anlamıyla gözlerime akıyor. Üstünde yattığım yorganı, güzel kokan bir boyunmuş gibi öpüyorum. Saçlarımı yastığın üstüne yayıyorum. Babamın kurduğu alarmın seslerini duyuyorum sonra. Babamın homurdanmalarını da.

Babam kalkıyor. Yıllardan beri bu evde yaşamadığımı düşünüyorum. Belki, belki babamın uyurken izlemek istediği bir kıza ihtiyacı vardır. Uyur gibi yapıyorum. Dudaklarımı da hafifçe kıvırmayı unutmadan. Her sabah babamın, odamın önünde tam bir saniye duraladığını hissediyorum. Sonra banyoya giriyor. Gözlerimi açıyorum, gözlerimle güneşin arasına girmek ayıp olur. 

Babam kıyafetlerini giyiyor, üzümünü ve şeftalisini yiyor. Kapıyı yavaşça açıyor. Yavaşça gidiyor. Hemen ayaklanıyorum. Babama bu evde yaşayacağımı söylediğim zaman hemen alışveriş yapmış, ve bana paket paket kraker almıştı. Mutfağa gidiyorum. Mutfaktaki fırın kapağı ayna görevi görüyor, her onun önünden geçtiğimde ayaklarımı izliyorum. Aklıma Quentin Tarantino geliyor, gülümsüyorum. Ben bir Quentin Tarantino olsaydım, uzun ve güzel boyunlara olan derin sevgimle anılırdım. Sürgülü dolaptan krakeri çıkarırken "Bunun bir önemi yok." diyorum kendime. Ama gülümsekten vazgeçmiyorum. 

Babamın çift kişilik yatağına yatıyorum. Odada üç tane kocaman aynanın olması beni, sadece o odada sinir etmiyor. Aynalara bakıyorum. Gördüğüm yüzden mutluyum. Mimiklerimden, ayaklarımdan, ojelerini kemirdiğim ellerimden. Dışarıdaki güneşten, kahırlı kahırsız anılarımdan bile mutluyum. 

Hiç bu kadar sakin olmamıştım.
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 9/16/2011 2 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Çok güzel anılar

Tanrı'nın yatağımın üstündeki tavan olduğunu söylememe rağmen oruç tuttuğum günlerden biriydi. Duygu, Ferhat ve ben lunaparka doğru yol alıyorduk. Hemen aklımızı çelen rangera binmeden önce son cümlelerim şuydu;
"Gençler, Radiohead güzeldir, Thom Yorke çok, çok güzeldir ama, o Thom Yorke dansı nedir allaseniz?"
Duygu: "YOO. Bence gayet güzel bir danstı, ben çok da beğendim."
Sonra lanet olası rangerdan indiğimizde Duygu'nun ilk hareketleri şuydu;
" Bak hatta şöyle bir şeyler yapmıştı." (Bu harekette ayaklarımız yere paralel. Dizlerimizi hafifçe kırıp kendimizi geriye veriyor, ve sol elimizi kendi kendine sallanmaya bırakırken, sağ elimizi ne yaptığımızı unuttum. Bu konuyu daha sonra tekrar açacağım.)
Ferhat'ın ise ilk isyanı şuydu;
"DUYGU SEN NE YAPIYORSUN ALLAH AŞKINA!!!11!BİR"

***

Ferhat'ın bir ay boyunca Duygu ve benden tek istediği Değmesin Ellerimiz'i bir kere olsun dinlememizdi. Tabiki de dinlemedik, ve Ferhat'ı kalbi kırık bir şekilde Adana'ya yolladık. AMA BİR GÜN O ŞARKI BİZİ BULDU ÇOCUKLAR. BUNA FERHAT'IN GAZABI ADINI VERDİK. Neyse. Aylar sonra bu şarkıyı yanlışıkla dinlediğimde Ferhat'a mesaj attım.

Ben: "BUGÜN İLK DEFA DEĞMESİN ELLERİMİZ'İ DİNLEDİM."
Ferhat: "Merakla yorumunu bekliyorum şu an. Dolandı mı ağzına? Değmesin ellerimiz diyor musun durup dururken?"
Ben: "Diyorum da, aklımda niye değmesin ellerimiz'den başka bir bölüm gelmiyor onu merak ediyorum."
Ferhat: " O bir sonraki aşama çünkü Büşra, önce değmesin ellerimiz diyeceksin sonra bunu söyledikçe sonrasını öğrenme isteği doğacak içinde. Değmesin ellerimiz bir felsefe, bir inanıştır Büşra. Unutma, unutturma..."

***
Keşke Duygu'nun o muhteşem Şakirt taklidinin videosu elimizde olsaydı....

***  
Ben: Niye mutsuzum bilmiyorum. Hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyorum.
Duygu: Dinlenecek hiçbir şey yok lan. Hiçbir şey. Mutluluk bile acı veriyor çünkü sonu var bili... NE DİYORUM LAN BEN.

***
Birkaç fotoğraf koymazsam eğer, komşulara karşı çok ayıp ederim. Ve etmeyi düşünüyorum da. Onun yerine; Duygu'nun tumblr'ı  sizi tatmin edecektir. Fotoğraflar için azıcık aşağılara gitmeniz yeterli.

***
Bu anılar asla anlatmak istediğimi anlatamayacak. Bu iki genç benim hayatımın ilk elle tutulup gözle görülen elit çevresiydi. İnanın çocuklar, hayatım boyunca kimseyle oturup dexter üzerine konuşamadım. Hiç insanların bana muhteşem şarkılar önerdiklerini işitmedim. Hiç göbeğe yatıp film izleme olayının insanı çok ama çok mutlu edebileceğini fark etmedim. Ta ki, onlar hayatıma girinceye kadar.

Şimdi biricik Ferhat'ımız Odtü'lü oldu. Duygu hala yanımda. Onu da kolumun altına alıp, çok kısa süre içerisinde bu diyarlardan gideceğim. Ama kader bizi ayıracak. Kader bizi Ankara'da kar yağarken karşılaştıracak. Duygu'yla Ferhat ben soğuktan ağlayınca bana acıyıp yanıma gelecekler. Sonra birbirimizi fark edeceğiz. SICAK ÇİKOLATA İÇECEĞİMİZİ SANIYORSUNUZ AMA FERHAT LAHMACUN YİYECEK, BİZ İSE TAVUK YİYECEĞİZ. İşin tek duygusal yanıysa kulaklarımızda bu şarkının  çalacak olması.

Ps: Ferhat değmesin ellerimiz'i dinleyebilir ama delikanlı bir insan.
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 9/12/2011 3 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

İstemsiz.

En üzüldüğüm, artık en sevdiğim otobüse binememek oldu.

Birgün bir arkadaşım ben Ankara'dan gidince şöyle demişti. "Sen mesela. Beni hayal edemiyorsun. Sokakların başında, oturduğun masanın karşısında, merdivenlerin başında. Beni hissedemiyorsun. Ama ben seni hissediyorum. Beraber yürüdüğümüz sokakları. Ne kadar mantıksız." 
İstemeden yaptığım şeyleri isteyerek yapmak zorunda kalmama rağmen, hala terk edilen benim. Asıl bu mantıksız.

Evimi özlemiyorum. Sadece, sadece hatıralarımı özlüyorum. İlk Beatles dinlediğimde üstüne çıkıp zıpladığım koltuğu, ağlayarak dinlediğim ilk Pink Floyd'u, korkudan açamadığım King Crimson'ı. Her şeyimi istemeden o evde bıraktım. Annem, onları da bir çöp poşetine koyamadı. O evde binlerce ben vardı, bir tanesini alıp gitmek zorunda kaldım. 

Giderken alabildiğim şeylerin başında afişlerim vardı. Karşımda bir Jim Morrison posteri, ve kafamın üstünde bir tavan olmadan uyuyamıyorum. Onlar benim tanrıya açılan kapılarım. Kapılarımdı. Bu evde hiçbir şey hissedemiyorum. İnsan ne yaparsa yapsın, kendi kendisine bakınca sıkılıyor. Yeni benler yaratamayacak kadar üşengeç olmamsa pek yardımcı olmuyor. 

Çocukluğumu, ve çocukluğunu geri istiyorum.
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 9/07/2011 3 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

*Islık sesleri*


Evini terk eden herkese. Çay suyu da koydum.
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 9/03/2011 2 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Bazen

Buzdolabının sesine benziyorsun. 

Bazen oturuyorum. Bazen elimde sıcak bir bardak oluyor. Bardağın içinde tamamen demden oluşan çay. Çay sert oluyor, düşünceler de diken gibi. Bazen biri, diğerinin eksisini alıp, götürüyor. Bazen ikisi de eksisiyle üstüme geliyor. Üstümden kaçamıyorum. Üstümde debelenirken, birden buzdolabından bir ses geliyor. Eksilerin, çayın, kafası ve kafam hemen buzdolabına gidiyor. Kafalarımız sonra buzdolabıyla muhabbete giriyor, ve ben çayımı içmeye devam ediyorum.

Ama "Hadi, iç de çay koyayım." diyen bir insanın yokluğu, her zaman yanımda.

Bazen, uyumaya üşenmiyorum. Pijamalarımı üstüme geçirip, yatıyorum. Birazdan bütün gün kaçıp durduğum anılar mimiklerime geçecek, ve geçirecek; bunun da farkındayım. Ayak parmaklarımı sıkacağım, gözlerimi duş suyu kıvamına getireceğim, kafamda bir şeyler çalıp hiç sevmediğim şaraptan içeceğim. Ben bu organize çöküşe hazırlanırken, birden buzdolabının sesini duyuyorum. Sonra uykum geliyor. 

Buzdolabı beni hep kurtarıyor. Annem gibi demek isterdim, ama anneme göre fazla sıcak. Babama göreyse fit. Sana göreyse, en azından beş yıldır yerinde duruyor. 

Buzdolabı falan değilsin. Ama olsan, çay koyabilirdim.
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 8/31/2011 2 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş
Odanın göremediğim bir yerinde oturduğunu varsayıyorum. Düşünsene. Ne kadar zor.

Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 8/24/2011 Hiç yorum yok:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Konuşmam gerekiyor, Kadıköy'de değilim, stop.

Belki bunun eşliğinde. 

Karşımda oturduğunu hayal etmek, biraz zor. Ve biraz da cesaret istiyor. Karşımda otururken konuştuğumu hayal etmemse, zaten. Boşver. Zira kelimeleri ağzımdan çıkarmakta pek usta değilim. Onun yerine kelimeleri yutup, sonra da taşlar yutuyorum. Taşlar kelimeleri parmaklarıma itiyor; ben de yazıyorum. 

İnsanları koşulsuz olarak tek bir dönemde severim. O da, yürümeyi yeni öğrendikleri, fakat konuşamadıkları dönemdir. Popolarının üstüne düşer, ve ufacık bir odada kendilerine kocaman bir dünya yaratırlar. Sonra yavaş yavaş konuşmayı öğrenirler. İnsanlara karşı dürüst olmayı. Ve sorular sormayı. O zaman çocuklardan kaçarım. Konuşmak konusunda iyi değilim demiştim. O zamanlar yazamadığım için de, vasat bir insandım. 

Ama ben de bu dönemden geçtim işte. Ve sanırım seninle tanıştığım zaman bu dönemdeydim. Çünkü yanındayken, pek susmak istemiyordum. Gitmesen, biraz daha kalsan; sana bulutların tam olarak neden oluştuğunu bile sorardım. Gittin, bulutlar içimde kaldı. Bulutlar içimde kalınca haliyle birbirine çarptı. Büyük şimşekler falan çarptı. Ve ben naylon yağmurluğumla, dört duvarın arasında, şimşeklerimden kaçmak için bütün gücümle koştum.

Kaçamadım. Sadece etraf zarar gördü. Bende zarar yoktu, ama ya bana zarar gelseydi diye diye beynimi yedim. Bu nasıl bir his biliyor musun. Acı biber doğrarken dudaklarını kaşıyorsun. Ama dudakların yanmıyor. "Ohh iyi ki gözlerimi kaşımadım." diyorsun, ama bunu derken gözlerini çoktan kaşımışsın. Gözlerin yanıyor. Yine evin içinde koşturuyorsun, fayda etmiyor. 

En çok gözlerimi acıtan neydi biliyor musun? Bir dostu kaybetmek. Ben bir kolu, öpemediğim ve çok sevdiğim bir boynu, tırnakları yenmiş bir çift eli, dünyanın en parlak ve aromalı kahvesiyle dolu bir çift gözünü kaybetmedim. Ben bir dostu kaybettim. Nefes aldığım zaman için bile üzülüyordum. Tanrı sen yanımdayken, bana istediğim bir şeyi gerçekleştireceğini söyleseydi, senin yanında nefes alırken konuşmaya da devam edebilmeyi isterdim. Tanrı sormadı, sen de gittin zaten. 

Halbuki ben sana demek isterdim ki; "Yardımın gerekiyor kadıköy'deyim stop." Kadıköy'de değildim, telefonda konuşmaktan hoşlanmazdım. Ama bunu çok istemiştim anlıyor musun? Bu hala içimde sönmek bilmeyen astronomi ve uzay bilimleri okuma isteği gibiydi. 

Meyve suyumu bitirdim. Ama söylemek istediklerim bitmiyor. Sen git; ben biraz daha tırnaklarımı yemeye çalışıp, gideceğim.
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 8/22/2011 2 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Zenitin gücü adına

Bir sabah uyandığımda, bu kadının dolabında kendimi bulmak istiyorum.

Ve Zenitimin filmi, ömrümün sonuna kadar bitmesin; film biterse de iki saniyede hemen taransın boyansın ve çıksın istiyorum.





Ders çalışmaya çalışmaktan, ve arada çalışmaktan başka bir şey yapamıyorum. Bir ay sonra tekrar liseli olacağım düşüncesini sikip, ve silip atmak istiyorum ama ne mümkün.

Özlemeyeceğim iki şey var; haşlanırken içine su alan kaltak patatesler, ve lise.
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 8/16/2011 5 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Sevgili Larien;

Saat tam olarak altıya on var. Bunu niye belirtmek istediğimi bilmiyorum. Belirtmek istediğim çok daha başka şeyler olduğu için, bu saatte bunları yazıyorum. 

Bundan yıllar önce yazabildiğimin farkında olmayan küçük bir kız olarak etrafta koşuşturuyordum. The Beatles'ı daha yeni keşfetmiştim. En sevdiğim kitap Alice Harikalar Diyarında'ydı. İçimde bir şeyler vardı. Güzel şeylerdi, hissediyordum. Ama dışarı çıkmadıkça bir anlamı yoktu. İçimdeki her şey içimde çürüyor, sonra dışımda gürültü kirliliği yapıyordu. 

Bir mucizeye belki de o zamanlarda ihtiyaç duydum. Ve o mucize de, sendin. O yaz benim gözlerimi pörtleten sendin Zeynep. Ve ben seni resmen ilahlaştırıyordum. Halbuki ikimiz de kumraldık, ikimiz de gayet beyinli olmamıza rağmen beyinsizdik işte. Ama sen. Sen yazıyordun mesela. Ve ben yazdıklarını okudukça sende ne kadar kendimi bulduğumu anlıyordum. Ve insanların sende ne kadar kendini bulduğunu. 

Kolluklarla bile dört hafta boyunca korkudan havuza giremeyecek kadar korkak olan ben, birgün yine senin yazılarını okuduktan sonra kendime bir blog açtım. İçimdeki her şeyi buraya dökmeye başladım. Başta çok biçimsizlerdi, sonra. Sonra sanırım güzel oldular. Bilmiyorum. Hala güzel olduklarına inanmıyorum. 

İnsanların büyüdüğüne hiç inanmazdım. Lakin beni buna inandıran yine sendin Zeynep. Sen değiştin. Senin için bir şeyler yapabilmek için çırpındığım oldu. Bir süre karşılıklı çırpındık. Sanırım hala çırpınıyoruz.Yani sanırım.

Aslında demek istediklerim bunlar değil. Bir mucize istiyorsun. Biraz mucizem olsaydı, ilk işim bir otobüse atlayıp İstanbul'a gelmek, sana sarılmak, sana paket paket Camel almak olurdu. Ama bir mucizem yok. Mucizem yok, ama cebimde bilmeni istediğim şeyler var. İnsanları bilemem; ama sen benim mucizemsin. Bundan o kadar eminim ki. Dünyamın dörtte biri senden oluşuyor. Ve bu benim insanlar olmadan yapamamazlıklığımdan değil, senden dolayı oluşan bir durum. 

Lütfen bu senin için bir mucize olsun. Cidden Zeynep. Bu dünyada The Beatles var, Pink Floyd var, Alice var, Oğuz Atay var, Arctic Monkeys var, İngiliz aksanı var, Zenit var, iPod var, var da var amk. Ama senin olmadığın bir dünyada, kendi etrafımda dönmek istemezdim.

Bunun bir mucize olması dileğiyle. 
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 8/06/2011 2 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Eylül olanından bir akşam nasıl işime yarardı.

Gittiğimiz yer çimenlerle kaplı. -İyi ki ceplerimden birinde italyan şarkıları yok.- Hava karanlık. Kare masalardan birinde oturuyoruz, ve tepemizde yuvarlak lambalar var. Yuvarlak lambaların etrafında sinekler, sineklerin yanında kanatları. 

Hava temmuz ayına göre soğuk. Hırka yaza hazır değil. Ama ben hırkaya hazırım. Hırkanın kolları dar, benim kollarımsa sabırsız. -Çünkü kollarıma sarılan olmuyor.- Kollarım hırkayı özlüyor; ama hırka yaza hazır değil. Ve benim hırkaya hazır olmam hiçbir şeyi değiştirmiyor.

Dedeler torunlarına sahip çıkıyor. Ben de özenip, bir şeylere sahip çıkmaya çalışıyorum. Hemen kelimelere yapışıyorum. Ancak benim kelimelere değil; kelimelerin bana sahip çıktığını anladığım an çok boktan oluyor. Sigara içmek istiyorum, ama sigara bana ve hırkanın üstüne sinmeye hazır değil. 

Salıncağa binmek ve sallanmak istiyorum, lakin çocuklar benden hızlılar. Benden hızlı olmayan şey mi var diyorum. Ben bunları düşünürken kelimeler çoktan ağzımdan çıkmış, ışıkları geçmiş, sağa dönmüş ve mezarlıktan geçmiş. Ben de ışıkları geçmek istiyorum. Ama, hayat. Her zaman istediklerimiz olmuyor.

Tüm üşengeçliğime ve hareketsizliğime rağmen sakin olmak istiyorum. Belki yanında biraz da huzur verirler. Hep beleş geçinen bir insan olarak; bu istediğim bence çok mantıklı. Oysa mantıklı başlığı altında yaptığım -yapamadığım- işler ortada. Bi' siktir çeksem, benden hızlı davranıp eve gider. Bunu da biliyorum. Ya da biliyor muyum. Neyse. 

Sadece, bazen bir eylül akşamı'na ihtiyaç duyuyorum. Bütün eylül akşamları Bülent Ortaçgil'in değil.
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 7/20/2011 4 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Haydar oturmayı severdi-1

Günlerce aynı saatte, aynı duvara bakıp ağlamaya başlamama bir dur demek istedim. Bunun tek yolu da, dünyaya yeni bir şeyler kazandırmaktı. İşte bu, benim ilk hikaye denememdir. Belki devam da ederdir; 



SİGARA İÇİLMEZ- CEZASI 69 TL yazısının altında bir polis sigara yakmış, gece gece karakola yağan şikayetlerden sadece bir kaç yüz tanesini dinleyip, arayanlara yardım etmeye çalışıyordu. Şikayetlerin bazıları, çılgın pijama partilerinin gülü olan doğruluk-cesaretlilik oyununun cesaretliliğiydi. Polis bu aramalarda genellikle telefonu özenle kapadıktan sonra, büyük bir özensizlikle ağız dolusu küfrünü edip, sigarasını içmeye devam ediyordu. "Köpeğimi kaybettim!" temalı aramalarda da topu, sevmediği arkadaşlarına atıyordu. Maksat, karakol olarak kafayı yesinlerdi.
 Yeni bir dalı yakarken telefon yine çaldı. Telefonu açtı, ama ağzını açamadı. Çünkü telefonun ucundaki adam "AKLIMI KAÇIRDILAR! FİDYE OLARAK ZAMANIMI İSTERLERSE NE BOK YİYECEĞİM!" diyerek bağırdı. Sonra ağlamaya başladı. Polis, telefonu kapattı. Sigarasından kocaman bir nefes çekip, "vay amınakoyim." dedi. Sonra kocaman bir kahkaha atıp, elinde kahvesiyle odaya giren arkadaşına, olayı anlatmaya başladı.

***

 Haydar oturduğu yerden kalkmayan, sıkıntılı bir çocuktu. Annesinin karnında tam dokuz ay yirmi sekiz gün beklemişti. Beklemekten sıkılan babası, ve hamileliği boyunca sadece karpuz aşeren annesi, evin iki kişilik koltuğunda; büyük bir sabırla oğullarını bekliyordu. Ta ki bir pazar gününe kadar.
 Haydar'ın babası sıcak bir temmuz ayında "bu geçmişini siktiğimin çocuğu bugün de doğmayacak." dedi ve dükkanına gitti. Annesi ise, eşi çıktıktan sonra "PİS KELTOŞ." diye bağırdı. Yaklaşık üç saat sonra ise "AAAAH."
 
 Doğum kolay gerçekleşti. Haydar, üç kilo üç yüz gram doğdu. Bembeyaz tenli, ve bir bebeğe göre uzun boylu. Babası, doğumdan sonra eşinin yatağının ucunda oturup, sevecenlikle karısına ve oğluna baktı. Sonra karısına dedi ki, "Babamın adını vermeyelim; ama adı Haydar olsun. Hem belki büyüyünce meyhane sahibi olur; habire haydari yapar. KEHKEH."
 Kadın kafasını, bebeğinin karnına gömdü. Sessizce "senin geçmişini sikeyim Necati." demekle yetindi. Sonra kendi kendine gülümsedi. Necati, karısının, yaptığı espriye güldüğünü sandı. Bebeğinin topuğuna ufak bir tokat atıp, "Değil mi lan Haydari?" dedi.

***

 Necati'ye babasından; iğrenç espri kabiliyeti, berber dükkanı ve mesleği kalmıştı. O daha küçücükken, arko tıraş kreminin resmindeki adamı babasına gösterir; "baba büyüyünce bundan olacağım!" diye ciyaklardı. Babası ise "TIRAŞ MI OLDUN LAN SEN BAŞIMIZA" der, çocuğunu kovalardı. Necati, ne yapacağını bilememekten ağlardı.
 Necati, hiç bıyıklarını buramazdı. Çünkü bıyıklarını bulamazdı. Bunu kendine dert eden babası, hergün oğlunu dükkanındaki koltuklardan birine oturtup tıraş etmeye başladı. Dükkanın önünden geçen herkes, "Sabri, n'apıyorsun Sabri!" derdi. Sabri arkalarından "ALIŞSIN DİYE YAPIYORUM" derdi. "BELKİ HOŞLARINA GİDER."

Necati'nin annesi, çok güzel işkembe çorbası yapardı. Babası, her fırsatta karısını bunun için sevdiğini dile getirirdi. Ve işkembe çorbası için yeminini bozduğunu. Zira ilkokul yıllarında Sabri Bey,  bütün sınıf arkadaşları önünde, adı Muazzez olan bir kadınla evlenmeyeceğine yemin etmiş, yeminini bozduğu takdirde sınıftaki herkese gazoz ısmarlayacağına da söz vermişti.

 Yıllar sonra bütün sınıf Sabri'nin düğününde buluşmuş, gazoz içip, çeyrek altın takmıştı.

***

Haydar'ın, babasının aksine çok fazla saçı çıktı. Bunu gururuna yediremeyen babası, yıllarca oğlunun saçlarını hep mantar biçiminde kesti. Karısı oğlunun görüntüsüne her itiraz ettiğinde, verdiği cevap aynıydı: "Çocuk mütevazi olmayı öğrensin."

Haydar ilkokula başladığında çok heyecanlıydı. Heyecanın bütün sebebi de, sınıfta oturacağı sıraydı. Annesi onu en ortaya, ve en öne oturtturup gitmişti. Etrafına baktığında bütün çocukların ağladığını görüp anlam verememişti. Sonuçta herkes oturacak yerini bulmuştu, bu insanların; babasının deyişine göre bu topaç kafaların derdi neydi? Belki ağlamamasının nedeni etraftaki topaç kafaların aksine, kendisinin bir mantar kafa olmasıydı.

Öğretmen okulun ilk haftasında çocuklara olmak istedikleri bitkiyi sormuştu. Haydar cevap verememişti; çünkü bütün sınıf ona "HOCAM O OLSA OLSA MANTAR OLUR EHEHEHEHE"  demişti. Haydar ağlamamıştı, ama gözleri dolmuştu. Çünkü Haydar ağlarsa, tuvalete gitmek zorunda kalırdı. Tuvalete gitmek, yerinden kalkmak; yerinden kalkmak, onun için ölmek demekti.

Mantar kafalılık Haydar'a dert oldu. Babasına günlerce bir daha kafasını böyle kesmemesi için yalvardı. Babası her seferinde Haydar'ı kovaladı. Haydar günlerce annesinin kucağında ağladı. Annesi, günlerce "Senin geçmişini sikeyim Necati" dedi.
Necati'nin geniş güvenlik önlemleri alması gerekti. Mahalledeki bütün berberlere, Haydar'ı her türlü aşırı isteğe rağmen tıraş etmemeleri için rüşvet verdi. Gazoz da ısmarlamayı eksik etmedi. Haydar kendini, bu zalimce yazılmış kaderden kurtaramadı.

Lisede Haydar; mantar kafalılıktan, yarrak kafalılığa geçiş yaptı. Haydar ağlamadı. Ama gözleri doldu. Yerinden kalksa; kıyamet kopardı.
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 7/13/2011 2 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Normal sabahlar.

Bugün pikesiz uyandım. Pike ayaklarıma sarılmış, adeta bir düğüm oluşturmuştu. Dün geceden açık bıraktığım pencere salak salak sesler çıkarıyordu. Çok ıslak yastığımın diğer yüzünü çevirirken, acaba bu pencereden dün gece kaç tane böcek girmiştir diye düşündüm. Acaba kaç tanesini yutmuşumdur. Bunlar fena sorular.

Bu normal bir sabah değildi. Bu olsa olsa normal olamayan sikko bir sabah olurdu. Böyle olmasını istemedim. Hemen, ayaklarımdaki düğümü çözüp, pikeyi üstüme örttüm. Şeker kızlar gibi ellerimi birleştirip, kafamın altına tıktım. Bacaklarımı hafif kırdım. Sonra hafifçe doğrulup, küçük bir esneme merasimiyle dedim ki “kim bilir bütün gece bu pencereden kaç tane rüzgar geçmiştir.”

Sonra dedim, böyle normal ve sikko bir sabah olamaz. Pikeyi tepip, kalktım. Bi’ We Will Rock You açtım. Sadece demden oluşan bir su bardağı çay içtim.

Savaşın onurlusu, onursuzu olmaz.
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 7/11/2011 2 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

@gecelerrr ;)


Annemin KOCAMAN kitaplığından ayrılıp, kendi kitaplığımı oluşturmaya başladım. 
*Mutluluk gözyaşları* 
-Ayrıca kadınım, ben kamplarda sürünürken, sen Ortaköy'lerde sürtüyordun. Yine de beni düşünerek aldığın Beatles taşına teşekkür ederim. Aldığın şeyin adını tam olarak bilmesem de, kadınımsın.-


 
 Minik, bıcırık kitaplığımın hemen altında bu kitapların olması da, beni kederden kedere, adeta bir top gibi attırıyor. 
*"Anne çişim geldi" yüz ifadeli gözyaşları.*

-Sevgili bloggergüllerim. Kampta aldığım accayip realist karar; sinema televizyon okumak. Yönetmen olduktan sonra da hiçbirinizi tanımamak. Yönetmen olmak bunu gerektiriyor çünkü. NEYSE. İşte bu yeni hayat gayem dolayısıyla, bütün LYS matematik kitaplarıma siktiri çekip, geri dönülmez bir yola girdim. Olur da, vay efendim ben fikrimi değiştirirsem; beni sarsın. Yoksa hepinizin topuğuna sıkar, sıkmadan önce de ana avrat düz giderim.- 



Bu can sıkıcı rafın altında ise, şirin kalemler ve İntegral testlerim kadar temiz bir sayfam var. Onun üstünde ise;


Bugün üstüne aseton dökülmüş olan sevgili iPod'um. Zira kendisi, üstüne aseton döküldükten sonra daha iyi çalışmaya başladı. Hem touchı da temizlendi. Hayat. 


En iyisi gidip bir çay koyayım. 
-Ya da ketılımızı kireçlerinden kurtarayım.- 


Ya da çayı siktir et, ışıkları kapatıp uyuyayım. Sonuçta "When the music's over, turn out the lights."

İyi geceler.
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 7/05/2011 3 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Dam dam dam

Uzun zamandır, denize bakan balkonlara, içinde hiçbir şeyi olmayan buzdolaplarına ve her öğün haydari çıkarma kabiliyetine sahip bir otelde; sınavlara hazırlık yapıyorduk. Ve yapıyorduk. 
Dışarıdaki deniz, güneş, kum, vs sikimde değildi. Ama türev, integral, limit, analitik geometri de sikimde değildi. 
Zor anlar yaşamadım değil. 

-Yaşadığım zor anlara, otel lobisinde uyuyakalmak, matematik dersinde uyuyakalmak, geometri dersinde uyuyakalmak ve 50 faktörlük güneş kreminin tamamını yüzüme sürmek de dahil.-

Kamp boyunca bir sayfa bile kitap okuyamamanın acısı da hala içimde. Açıkçası bu saçma faaliyetin bana kazandırdığı üç şey var; limit, türev alma, ve gündüzleri uyuyabilme. 

Bu çok sıfatsız geri dönüş yazısı için hepinizden özür diliyor, ve hepinizi mıncırmak istiyorum. Geri dönüşüm çok muhteşem olmasa da olacak yani. !!!11!!1>!111
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 7/04/2011 2 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Hayvanlık

''Rüyamda kıyafetlerini görüyorum doktor. Yolda, evde; ama en çok da beraber geçmediğimiz yerlerde.''

''Kıyafetlerini, en çok beraber gidemediğimiz yerlerde görüyorum. Ama o, kıyafetlerin içinde değil. Anlıyor musun doktor? Onun gömleklerini görüyorum. Kareli gömleklerini. Gömlekleri sevmezdim, şimdi her köşe başında karşıma çıkıyorlar.

''Beraber gitmediğimiz yerler, çünkü zaten bir yere gitmezdik. Birisiyle fotoğraf çekilirken, çekilecek olası fotoğraflarınızı hayal edersin. Flaş patlarken yüzünü güldüren de, budur. 

''Eski sigaralarımın hepsinden özür diledim. Elimde değil. Bu, yağmurda kalınca en yakın çatıya sığınmak gibi. Ama normal bir günde aklına bile gelmez. Sigaralarımdan özür diledim doktor. Hepsini önüme dizdim. Bakın beyler dedim. Aslında öyle bir şey yapmadım doktor. Önüme falan da dizmedim. Direk içtim. Ben böyle prosedürlerden hoşlanmam. 

''Bazen kendimi çok güçsüz hissediyorum. Ona en çok da, o zaman ihtiyaç duyuyorum. Yenildiğim zaman, ona koşardım. Hiç suyuma gitmezdi. Gerçekleri söyler, sonra susardı. Ben bu yüzden hep ona koşardım. Çünkü üzüldüğüm zaman birileri tarafından gıdıklanmaktan hoşlanmam. 

''Hayatımda küçük değişiklikler yapıyorum ayağına, her şeyi unutuyorum. Mesela çaya yedi şeker atıyorum, ya da şeker koymayı unutuyorum. Bazen sadece dem koyup içiyorum. Hiçbir açıklamam yok. 

''Hiçbir açıklamam yok, doktor. Bu yüzden bir sigara daha yakacağım.''

***
Son günlerde hayali bir doktorla konuşup, sadece sigarayla besleniyorum. Sigaram da hayali, çünkü kokusu ellerime yapışıyor. 
Bu bıcırık blogu böyle karartmak beni de üzüyor, ama n'apak. Günler geçmekle geçmemek arasında kalıyor. Ben unutmakla, YA OLUR MU ÖYLE ŞEY arasında gidip geliyorum. İçtiğim çaylar da çok dengesiz. 

Ama bakın mesela geçen gün çok komik ve acıklı bir olay yaşadım. 
Emrah Serbes'e ulaşmanın yolunu buldum. Bir mesaj atsam, bana hemen cevap vereceğini biliyordum. O kadar heyecanlıydım ki, böyle kocaman lan. 
Elim gitti geldi. Bir şeyler yazıp, sildim. 
Sonra SİZ HAYVANSINIZ dedim, ve gittim. 
Cevap gelmedi... 

Siz acıklı hikayeme göbek hoplatakoyun, ben kafama sıkıp geliyorum.
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 6/21/2011 3 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Çay.

Her şey son günlerde canımın çay istemesiyle başladı. -Aslında onun gitmesiyle başladı, ama keyfim yerinde.-

Geçen gün çay demledim. Normalde çaykolik annemin bile içemediği son çay kırıntısını içer, sonra da hayatıma kaldığı -bazen nerede kaldığını karıştırdığım oluyor.- yerden devam ederim.
Ama geçen gün çay demledim işte. Özene bezene. Çayı bardağıma koyduktan sonra şeker arayışına çıktım. 
Şekeri bulamadım. 

Sonra birden şeker kullanmamaya başladım. Şekerin yerini bulmak, şekerin ölçüsünü ayarlamak, karıştırmak. Yazarken bile içim daraldı. Yıllardır süregelen bol şekerli alışkanlıklarım siktirip gidebilir. 

Geçen gün yine çay demledim. Sonra demliği elime aldığım gibi duvara çarpmadım -halbuki ne güzel olurdu.- da, bardağı doldurmaya başladım. Haliyle sıra kaynar suya geldi. Ama o çaydanlığın altı gözümde büyüdükçe büyüdü. Hatta bütün mutfağı kapladı. Sonra kaynar su. Duvarlardan sızmaya başladı. Her yanım yandı.
Halbuki demlik ne kadar masumdu. Ve sevimli. Ufak. Canım benim.

O an hayatımın en üşengeç kararını verip bütün bardağı demle doldurup ortamı terk ettim. -Kaynar suya verdiğim inanılmaz ayar.- Bugüne kadar içmiş olduğum bütün sidik gibi çaylara da siktiri çekip odama kapandım. 

İnsanın bir parçası, istememesine rağmen kopup gidince bir haller oluyor. İnsan iki gramlık aklı yitip gitmesin diye türlü türlü şaklabanlık yapıyor. Hatta bazen şaklaban böyle mi yazılıyor bile diyor. Böyle yazılıyor olsa bile, böyle boktan sözcük olur mu la diyor. 

İşte sanırım son günlerdeki şaklabanlığım çaya. Sevgili çay, beni affet şekerim. Bana içten içe küfür ediyor musun, bilmiyorum. Ediyorsan da siktir git.
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 6/19/2011 1 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Sarhoşlar.

Her gün bir şeylerimi kaybediyorum. 

Önce seni,
Sonra tırnaklarımı, 
Sonra saçlarımın ucunu, 
Sonra uykumu,
Sonra hislerimi,
Şimdi aklımı kaybetmeyi bekliyoruz. 
Zamanımızı ise zaten çoktan kaybetmişiz. 

Hergün kafamı yastığa koyduğum zaman yaşadıklarımı düşünüyorum. Sanki yaşadıklarımın hiçbiri benim değil. Sanki, sanki yatağım bile benim değil. Her şey beni terk etmiş gibi. Sanki afişlerim ben uyurken evi terk ediyorlar; sonra şu keko üzülmesin diye geri dönüyorlar. 
Sanki yaptığın turnalar; böcek girmesin diye açamadığım balkon kapısının anahtar deliğinden sığışıp, kaçıyor. Sonra, sarhoş bir şekilde eve geri dönüyorlar. 
Yaptığın kurbağalar da zıplamıyor. Midilli takla atmıyor. O kadar içiyor ki, ayakta bile duramıyor. 

Kitaplarım var sonra. Hepsi baygın baygın bana bakıyor. Onlar uzun zamandır, terk edilmiş hissediyor. Ve onlar da içiyor. Sabah uyandığımda, hepsi birbirinin üstüne yığılmış oluyor. Hepsini dürtüyorum; kalkın ulan ibneler diyorum, hepsi homurhomur diyip kıçını dönüyor. 
Biri onlara kıçlarının olmadığını söylesin; yoksa kafayı yiyeceğim. 

Eskiden bütün patateslerin anasıydım. Hepsini soyardım. Şimdi bir patates çuvalından farkım yok. Yakında da bir yerlerim patlar. Beni yerlere sererler. Ve insanlar içip içip, benim üstümde sızar. 
Beni yine içmeye götürmezler. 

Böyle ayrılık mı olur lan.
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 6/09/2011 3 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Tavan

İnsanlarla olamama hastalığı vardır. Genelde yanında, kendini anlatamama hastalığını da taşır. Bugün, saatlerce bir gram uyuyamayıp, tavanla samimi dakikalar geçirdikten sonra bu hastalığa çoktan yakalanmış olduğumu anladım. İşin kötü yanı hastalığımın gittikçe ilerlemiş olmasıydı; çünkü saatlerce tavana da bir şeyler anlatamamıştım.

''Ben neyim?'' sorusu folloş edilmiş bir soru, ama doğru konuşup eğri oturmaya devam edersen, seni folloş edebilme gibi garip bir yeteneği var. Tıpkı Yesterday gibi.
Ve işin kötü yanı, bu soruyu sorduğun anda sadece şık üretebiliyorsun.

Neyse. Kan çanağı gözlerimin, ve bana cevap vermeyerek kendini tanrılaştıran tavanımın size selamı var.
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 6/03/2011 2 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Batarken güneş tepelerin ardından

Uyumayı değil de; uyumadan önce o düşündüğün, hayal ettiğin anlar varya, işte onu severdim. O anlarda ne olduğum ya da kim olduğum umrumda bile olmazdı. Dudakları doğal kırmızı, dişleri bembeyaz, uzun, beyaz tenli, gri gözlü, zayıf hatunun teki olur çıkardım. Dudak okuyabilirdim, kimseyle konuşamazdım. Çok garip yeteneklerim vardı, origamiyi severdim.

Şimdi yastığa başımı koyduğum an ben, benim. Yalnızca ben. Dişleğim, burnumun üstündeki kocaman çiller hala büyük bir gerçek olarak orda duruyor. Kendimden kaçamıyorum. Olmak istediklerimi olamadığım zaman da, ağzım açık uyuduğum için gece sinir içeri giriyor.

Bugün hiç taramadığım saçlarımı taramayı denedim. Burnumun üstündeki o yaratıklara bir şeyler sürmeye çalıştım. Kıyafetlerimi ütüledim, dişlerimi yerlerinden sarsmak pahasına fırçaladım. Bunların hepsi rahat uyuyabilmek içindi. Aslında kendime söyleyemediğim diğer bir sebebi de sendin.

Çırpınışlarımı görmek hoşuma gitmiyor. Yıllarca içime iteklediğim dişisizliğimle mutluyken beni buna zorlaman. Hiç. Hiç etik değilsin. Ve dişisizliğim açığa çıktığı için haliyle yeri boş kaldı. Şimdi oraya başka bir sefilliğimi yerleştirmem gerek ki, orası kafama batmasın.

Aslında her şeyi bir kenara bırakıp sigaradan hıncımı çıkarabilirim. Hazır Lucky Strike raflarda so happy together eşliğinde beni beklerken -ki bu konu hakkında daha sonra size attığım sevinç çığlıklarından bahsedeceğim.- bunu yapmam çok da mantıksız değil. Ama sana söz verdim. Bak, bir diğer sefil özelliğim. Söz vermek. Sadece bağlandığım insanlara söz veri- bu konuya giresim de yok.

Aslında çok sevmeme rağmen söz vermediğim tek şey batan güneş. O yüzden bari şimdi beni rahat bırak.
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 6/01/2011 2 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Kelebekler

Şimdi hava, ağzından salyalar akıta akıta uyuyor. Hiçbir zaman uyumamış olan evimdeyim. Burdayız. King Crimson da var. Sadece sigaramız yok. Biraz da keyfimiz.

Canım yanıyor. Bir varoluş kavgası değil, bir şeyleri kanıtlama çabası da. Manifesto da yazmıyoruz, hipotezlerimiz de yok. Konumuz sensin. Ya da konum. Burda kaç kişi var bilmiyorum. 

Kahve içmeyeli çok uzun zaman oldu. Halbuki ne kadar özledim. Aramıyorum, ama özledim. Kahvenin başına gelenler, senin de başına geliyor; ben buna üzülüyorum. Ya da üzülüyoruz. 
Çayı da annem içiriyor sabahları. Zorla. Gelenekler diyor. Gelenekleri yıkabilmeyi isterdim. Kendimi de. Yıkayabilmeyi de. Son günlerde üstüm çok kirli. 

Kelebekler var. Bir zamanlar hepsi tırtıldı, ama konumuz tabi ki bu değil. Kelebekler birbirilerinin kokularını çok ötelerden duyarlarmış. Ben durur muyum tabi, anında kelebekliği kendimi uyarladım. Kalp atışlarını çok uzaklardan duymaya çalıştım.Duyamadığım yetmiyormuş gibi, hala yumuşakgilim. Ama bundan bahsetmeyelim. Hem Pink Floyd bana ne şarkılar yaptı, haberin yok.

Bütün hayatımı küçük rutinlere bağladım. Aşk tesadüfleri severmiş. Bak onu siktir et; hayat rutinleri sever. 
Her sabah kalkmam, gitmem falan, hepsi oyundu. Maskeleri çıkaralım. Ama işte. İşte seni rutine bağlayamadım. Çalışsa yapar cümlesine ilk defa inanıp çalıştım. Her günü seni farklı sevmeye çalışmam bundandı. İnanır mısın, bazen ayaklarım yerdeyken bile denediğim oldu. 

Kürk Mantolu Madonnam olduğunu anladığım an hazin. Kürk Mantolu Madonnan olmadığımı anladığım an daha da. Bak bundan da bahsetmeyelim.

Gidebilsem giderdim, gitmeyi istemediğim için. Evdeyiz. King Crimson var. 
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 5/29/2011 3 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Vid-

Yıllarca yüzemedim. Hep basamaklarda oturup ayaklarımı suya sokardım. Her gün ayaklarımı biraz daha derine sokardım, ama sadece ayaklarımı. Bir gün babam sıkıldı. Yine ayaklarımı suya sokmaya yeltenmişken sırtımdan itti. 
O gün yüzmeyi değil dalmayı öğrendim. 

Yıllarca dört tekerlekli bisiklete bindim. Sadece evimizin çevresinde dolaştım. Bir gün babam yine sıkıldı. İşte o gün yine bisiklet sürüyordum, ama arkama baktığım zaman iki küçük tekerleğin yollarda süründüğünü gördüm. 
Babam gizlice o iki tekerleğin vidalarını gevşetmişti. Tekerlekler de bana bayılmadığından yolları tercih etmişti.
O gün bir şeyleri farkında olmadan yapabilmeyi öğrendim. Ama farkında olarak yapmak denince, o değil de o iki tekerleği çok özledim. 

Bir gün, yapamadım. Tutunamadım. İnsanların yüzlerine baktım. Onların arasına girmeye çalıştım. Kendimi aptal bir dünyanın içinde buldum. O dünyadan kendimi kurtardığım gün üstüm tozluydu.O halimle babama koştum. Alışıktır sandım. 
Bana bağırdı. Neden böyle yaptığımı sordu. Ben de farkında olmadan yaptım, bunu sen öğretmiştin dedim. Yoksa ayaklarım nasıl yerden kesilecekti?
O gün babasız kaldım. Babam yine sıkılmıştı. Vidalarımı gevşetip, beni bir havuza attı. 
Babam keşke beni su dolu bir havuza atsaydı. 

Elimde kocaman bir sevgiyle kalakaldım. Dünyanın en korkunç şeyi, kontrol altına alınamayan sevgi. Sadece uzaktan baktığım şeyler oldu. Yastıkları yumrukladığım zamanlar da. 

Sonra bir şeyi sevdim. Vidalarımı sıktım, o havuzdan da çıktım. Kontrol edemediğim sevgimi ilk defa o zaman sevdim. Nişan bile alabildim baba; hatta bu sefer farkında olarak yaptım. 
Onun ellerine, boynuna, kalbine, kafasına, ayaklarına bütün sevgimi boşalttım. 
Sonra içim boşaldı. Ama yetmedi. Ona daha fazla sevgi vermem gerekti. Ben de bütün mahzenlerimi açtım. 
Kendime duyduğum sevgi de gitti baba. Hatta bir ara vidalarımı da ona verdim. 

Sonra, sonrası bu işte. Artık ağrıyan bacaklarımdan başka elimde hiçbir şey kalmadı. Eskiden sadece senin boşluğun vardı. Sıkıldığım zaman o boşluğa dalar kafamı bir yerlere çarpardım. Şimdi her yer boş. Artık kafamı da boşluğa çarpamıyorum. Sanırım kafamı da attım. Bilmiyorum. 

Farkında olmadan yapt- Baba. Niye gittin.
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 5/26/2011 2 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

A clockwork orange

Bir şeyler değişirken, bu zamana kadar hiçbir şeyin değişmediğini anlıyorsunuz. Bu yüzden kendinize kızıyor; kaybolan zamanınızın, bugünde olmanıza rağmen, bir yerlerini değiştirmek istiyorsunuz. O zaman da, bugünü kaçırıyorsunuz.
Zaman hep geçiyor yani.

Geçen gün, çok uzun süren bir uykudan uyandım. Hiç rüya görmediğim huzursuz bir uykudan. Uyurken de hiçbir şey değişmiyor. Bunu gerindiğiniz zaman anlıyorsunuz.
Uyandığım zaman, bir şeyleri değiştirme gücünü kendimde buldum. Uykuluydum. Ve pijamalı. Ve bu haldeyken; çok uyumuş, ama çok bitkinken a clockwork orange'ı izledim. Bir şeyleri değiştirdim, evet. Ama uyanmak; böyle sert uyandırılmak çok acı.

Alex'in gülüşü; masum, her şeye rağmen masum gülüşü günlerce gözümün önünden gitmedi. Anlam veremediğim bir çaresizlikle ortalıkta kalakalmak da hiç hoş değildi. -Gerçi ben bu sebepsiz çaresizliğe George Orwell'dan alışığım. Ama olsun.-

Başımdan bir çok psikolojik gerilim filmi geçti. Ama hayatım boyunca hiçbir filmde bu kadar gerilmedim. -Gerçi bu şeye film demek gerçekten yanlış.-

Bu kadar sert bir şekilde uyanmak gerçekten sarsıcı. Ama, ama belki uyanmamışımdır. Belki Alex, o kocaman penis ile benim yüzümü parçalamıştır. Ben. Hiçbir şey bilemiyorum.
Beni erken öldürdün Alex. Ama Beethoven gerçekten bir ilah.

Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 5/17/2011 2 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Get back.

Rüyamda hamam böcekleriyle boğuşuyorum. Kahverengi oluyorlar. Ve kocaman. Üstüme tırmanıyorlar. 
Annem orda oluyor, ama gelmiyor. Böceklerden çok korktuğumu herkes bilir; ama sadece annem takar. 
Annem yardım etmiyor. 

Uyanıyorum.Çoğu zaman sinirli. Mecalsiz. Bir şekilde mecalsiz işte. Cümlelerim ve ben, aynı anda evden çıkıyoruz. Birbirimizi öpmüyoruz. Eve geliyorum; orda oluyorlar. Onları sevemiyorum. Bağrıma basmaksa ölüm. 

Okula gidiyorum. Aynı yüzlere yine bakmaya yelteniyorum, yine olmuyor. Ben de yüzlerin ayaklarına bakıyorum. Bütün ayakların amacı, yeni maskeler oluyor. Dayanamıyorum. Ben maskelerden korkarım. 

Sınavlar oluyor. Birde, ekşi yüzler. Küçülmüş gözler. Kibirle kıvrılmış dudaklar.
Bazen hepsi birlik olup saçıma laf ediyor. Bazen ayakkabılarıma. Hatta umarsızca burnumu sildiğim montuma bile kızdıkları oluyor. 

Sinirleniyorum. Elimde değil. Geçen gün bir kitabı sıraya vura vura yamulttum. Sakinleştim demek yanlış olur; elime geçen tek şey onlarca çift göz oldu. Hepsi bana baktı. O gözlerin her birinde aynı cümle parlıyordu; ''Sana yardım edebiliriz.'' Hiçbirine anlam veremedim.
Konuşmaya çalıştım. Sözcükler ağzımdan çıktı. Ama geri gelmedi. Artık kendimi bile zor sahiplenebiliyorken, sözcüklere get back jojo demek çok anlamsız.  En azından artık çok anlamsız.

Okuyamam daha büyük bir acı. Belki de benim küresel sorunum. Sayfalara sığınamadığım zaman akrep ters dönüyor. Haliyle başım da dönüyor. 

Ama hala odamı seviyorum. Dört bir yandan fışkıran afişlerimi; beni yutabilecek kadar büyük olan kitaplığımı, kaloriferle sevişen yatağımı, ve her şeyden önemlisi, uçsuz bucaksız tavanımı. 

Belki, belki sadece bir tanrıya ihtiyacım var. Tanrı; eğer varsan, lütfen get back. Kahve yapacağım.
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 5/14/2011 2 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

NOTHİNG.

Yarına yetiştirmem gereken yirmi adet testim -Merhaba matematik-,
Kitapçıma ödemem gereken on üç milyonum -Merhaba boş cüzdanım.-,
ÇOK yükseltmem gereken şöyle böyle notlarım -Size merhaba yok; ama bok var.-
Eritmem gereken kocaman -gerçekten kocaman- bir göbeğim,
Bitirmem gereken beş adet kitabım,
Gece yarısı dinlerken korkmamam gereken bir King Crimson'ım. -Ya da Crimson'um.-,
Yazmam gereken beş yüz kelimelik bir makalem, 
Film atmam gereken bir ipodum;
Ve her şeyden önemlisi; ısınmak için sarılmam gereken bir yorganım var.

-Yapılacaklar listesinde en sevdiğim maddenin, son madde olduğunu biliyor muydunuz?-
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 5/12/2011 3 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Çember zor, ama ben de kolay biri sayılmam '';)''

Merhaba. 
Benim artık Woody Allen gözlüğüm var. 
Kendimi dünyayı ele geçirmek isteyen çılgın profesörler gibi hissediyorum. Bunun diğer bir sebebi de, her teli kendi kafasına göre, kendi kafama dolanan saçlarım olabilir.
Sıradaki hedefimiz John Lennon gözlüğü.

Dünden beri büyük bir inatla çözdüğüm çember sorularının başından yeni kalmış biri olarak, La vie en rose demem pek de yanlış olmaz. 
HAYAT GERÇEKTEN GÜZEL LAN.
Burda çemberden bahsediyoruz. 
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 5/01/2011 6 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Riders on the storm

Bugün servisimi kaçırdım. Ama aklımı kaçırmadığım için -en azından birazını-, ilkel yöntemlerle okula gidebildim. 

Servise yetişebilmek için son dakikasına kadar koştum, KOŞ FOREST KOŞ dedim, ama dinletemedim. Dolmuşlara binmek, dolmuşlarda sürünmek farz oldu. 
Yolda düşünemedim -Aslında yolun suçu yok. Ben düşünemedim. Neyse- Kitap okuyamadım. Hatta dinlediğim şeyleri bile anlayamadım. Ben de gözlerimi kapatıp kendi sessizliğime boğuldum. Çünkü ben insan sevemiyorum, biliyorsunuz.

İnmem gereken yerde indim. İşte tam o sırada, ayaklarımın tam olarak yere deydiği anda, shuffle riders on the storm'u seçti. 
İnsanların ayakları,o gereksiz telaş, doğan güneş, arabalar, umutsuz insanlar, insanlar, insa- 

SENİ SEVİYORUM THE DOORS.
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 4/25/2011 1 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Koku

Hayatım boyunca hiçbir kokuya aldırış etmeden yaşadım. Ama beyaztenliinsankokusu öyle bir koku ki; 

Kalabalık bir yerde yürüyorsunuz. İnsanlar size bakıyor, siz insanların ayaklarına bakıyorsunuz. Kafanızda people are strange falan çalıyor. Karşınıza merdivenler çıkıyor, siz de merdivenlerin üstüne çıkıyorsunuz. 
Sonra pat!

Düşüyorsunuz. İnsanlar gülüyor. Hepsi birlik olup gülüyor. Bazıları karnını tutuyor. Siz ise, burnunuzdan akan kanları tutamıyorsunuz. İnsanlar birden ciddileşiyor. Orada, yerde, yüzü kanlar içinde olan kadının bir soytarı değil, bir yaralı oluduğunu fark ediyor.

Kadın ise bu anlarda aklından sayısız şarkı ve düşünce geçiriyor -çünkü hep böyle olur.- Kadın o kadar hiçleşiyor ki kendi kendine, evine gitmek istiyor. Vileda suyu kokan evine. İşte o an, insanların ne kadar acıtıcı olduğunu bir kere daha anlıyor. Tam o sırada da, birisi geliyor. 

O birisi, kadının elinden tutup kaldırıyor. Kareli gömleğinin kollarıyla kadının yüzünü siliyor. Kadın vileda kokusu duymuyor, ama kendini yuvasında hissediyor. Bu koku öyle bir koku ki, Alice gibi onda, tavşanın yuvasına girme isteği uyandırıyor. Ama o boşluk, o yol o kadar uzun ki; uyumak istiyor. Daha çok, daha çok, daha ço-

Ne olur bu kadar güzel kokmaktan vazgeç.
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 4/19/2011 6 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Şalalala la la la

Merhaba.
Ben bir tumblr sahibiyim, gidin bakın.
Ama Duygu denen çıtır, iki kere tumblr sahibi. ONA KESİN BAKIN. 
Şimdi reklamları bitirip, asıl konumuza geri dönebiliriz. 

 
Son günlerde beni benden alan bu kitap, beni bana geri vermemek konusunda ısrar ediyor. 
AMA NASIL GÜZEL KİTAP. 
Hayatımda bir kitabın öbür sayfasını, öbür sayfanın da öbür sayfasını bu kadar merak etmemiştim. 
Normalde benim beynim hiç böyle şeyler yapmaz. 
Aman canım gidin okuyun aa. 

Ya da bırakın kitabı -ama bırakmayın lan, ayıp.- bu şarkıyı dinleyin. 
Sonra Büyük Ev Abluka'danın göğsüne yumruklar savurup NEDEEN diye ağlayın. Ya da ana avrat düz gidin. 
Ya da ikisini birden yaparken, arada da amuda kalkın. 
GİDİN DİNLEYİN LAN İŞTE. 

Ama en önemlisi; siz siz olun yerli dizi izlemeye başlamayın. 
Bakın mesela ben, annemi taciz etmek için ekranın önünden geçip giderken, Muhteşem Yüzyıl'ı ciddi ciddi izlemeye başladım -yani aslında ben değil, bi arkadaşım.-. 
Şimdi annemle beraber Pargalı'yı gördüğümüz anda gözyaşlarımızı bakkala yolluyoruz. 

Biri yaşadığımız bu çılgın bekar hayatına son versin.
AMA ÖNCE, noluğr o kitabı okuyun.
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 4/17/2011 10 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

I wanna hold your ayak

İsveçli bilim adamları dahil, bütün insanlık her zaman şunu düşündü;
Ruhumuz nerede?

İsveçli bilim adamı değilim; ama bence ruhumuz, ayaklarımızda. 
Birini öperken, parmak uçlarımızı sıkmamızın başka bir açıklaması yok çünkü.
Utandığımız zaman ayaklarımıza bakmamızın da. 
Aramızda ilk yorulan da ayaklarımız. 
Müziğe kendini ilk kaptıran da. 
Düşününce ritim tutan,
Sinirlenince titreyen,
Ezildiğini hissedince çöküveren de.

Ve ayaklar varken, ayaklar yol alırken; insanların yüzüne bakmak çok anlamsız. 
Gözler değil, ayaklar yalan söylemez. 
Çünkü ayaklar, yalan söyleyemeyecek kadar meşgul ve üşengeçtir. 
Meşgul ve üşengeç olduğu için de insanı taşıma görevi ona verilmiştir.

Uykunun insan için bir kaçış yolu olduğunu düşünürüz. Ama uyku, ayaklarımızın kaçış yoludur. 
Yataklarımızın uzun, kafamıza göre upuzun, olmasının sebebi de budur. 
Ve garip bir şekilde, tabutlarımıza girdiğimiz zaman, en rahat edecek olanımız, 
Yine ayaklarımızdır. 


Gözlerimiz sussun, ayaklarımız konuşsun.
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 4/12/2011 5 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Evim nerede

Abimle bizi ayıran en önemli özelliklerden biri kitaplardı şüphesiz.
O rakamlarla oynayabilirdi; ben de sözcükleri oldukları yerde, oldukları gibi kabul edebilirdim. Bu bize tanrılarımız tarafından verilmiş yeteneklerdi.
 
Ben yeteneğimi çok sevdim.
Ama olmadı. 
Yıllarca kimse beni görmedi. Okuduğum şeylerin evinde kaldığım için, kendi evimi unuttum. İnsanlar yoldan çıktığımı düşündü. Bundan bir şey olmayacak, bari günah keçisi olsun OH NE GÜZEL dedi. Ama ben hala evimi hatırlayamıyordum, çünkü o zamanlar evinde kaldığım sözcükler Dostoyevski'nin ağzından çıkmıştı.

Şimdi, insanlığın gözünde sözcüklerim ve ben; yağan yağmurun altında, dört yerinden delik ve ıslak ayakkabılarımızla; evsisiz. Rakamlar ise wayfarer'larını takmış, güneşli bir havada umutla güneşe bakıyor.
İnsanlar için, hala günah keçisiyim. Ayrıca sorumsuzum da.
Ama bu sefer, gerçekten evimi hatırlamıyorum. 
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 4/10/2011 3 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Anne n'aptın?!


Annem eve böyle taçlar alınca benim psikolojim bozuluyor. 
Başka bir şeyden değil yani. 
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 4/04/2011 3 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Uyuyorum

Eve gelip hemen uyuyorum. 
Rüyamda, yine uyuyorum. 
Sonra sabahın köründe uyandırmak üzere kurulmuş olan -nefessiz kaldım- saatime KAPA ÇENENİ SÜRTÜK diyerek yine uyuyorum.

İnsanları görüyorum, anlamıyorum; uyuyorum.
Dersleri anlamaya çalışmaktan vazgeçip; uyuyorum. 
Beatles'ı duyunca ''işte benim erkeklerim'' diyip; uyuyorum.
İnsanların şefkatini sevmiyorum, ama onun kolunu gördüğüm zaman; yine uyuyorum. 
Kokusunu içime çekiyorum, düşüncelerini beynime almak istiyorum; o zaman da panik olup uyuyamıyorum. Ama neyse. 

Beynimde sürekli I'm only sleeping çalıyor. Yolda yürürken de gözlerim kapanıyor. İnsanlar ''Önüne baksana.'' diyip, omuz atıyorlar. 
Bir şeyler demeyi gerçekten istiyorum, düşünüyorum, düşünürken gözlerim kapanıyor; ama gözlerimi kapatınca aklıma uyku geliyor. 
Sonrasını toparlayamıyorum. 


Uyumak istiyorum.
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 4/02/2011 3 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Dört kollu insan köpek

Uzun süredir hasta olan ben, artık hasta olmaya üşendiğim için iyileştim; ama bence iyileşmedim. 

Geçen gün yolda yürürken bir çocuğun dört kolu var zannettim. 
LAN! NASI LO- derken, gözlerimi farkında olmadan açıp kapamışım. Çocuğun iki kolu var yani, açık ağzımızı kapatalım. 

Sonra, bir başka geçen gün, KÜÇÜK BİR ÇOCUĞU KÖPEK SANDIM.
Ama çocuğun köpekli çantası vardı, hak verin lan. 

VE DİĞER BİR GEÇEN GÜN, dersane çıkışında halsiz ve mecalsiz bir biçimde eve doğru yol alırken, bir sokak lambasını insan sanıp korktum, sonra da selam verdim. 
Iıı, yaklaşık iki dakika sonra da onun bir insan olmadığını anladım. 

Ve biraz önce, dolaptan su bardağı çıkarıp sürahiden bardağa su doldurdum ama suyu içmeye üşendiğim için bardağı masaya bırakıp gittim. 

Her şeye üşeniyorum canlarım. 
Sabahları erkenden kalkıp, yaklaşık yarım saat boyunca bütün gün yapacaklarımı düşünüp üşeniyorum. Sonra kalkıp yine üşeniyorum. Sadece yorganıma sarılmaya üşenmediğim bir dünyada yaşıyorum. 

Dışardakı dünyada ise, depremler oluyor, insanlar adaletsiz bir sistemin içinde kendine ait olan yeri bulmak için çırpınıyor, insanların üstüne bombalar düşüyor.
Ben de tanrının üşengeçliğini örnek alıp hiçbir sorunu çözmüyorum. 

Yani genel olarak şöyle bir şeyim diyebiliriz; 


Bu hayvanı seviyorum. 
Sizi ise daha çok seviyorum. 

Hadi allaa emanet. 
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 3/30/2011 3 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Willy willy wonka


Yaklaşık bir haftadan beri hastayım. Doktora gittim Imm. Meraba. BÖYLE BÖYLE. Rapor verseniz ya bana. dedim. 
Dayadılar hemen raporu tabi. 

Gözyaşlarına hakim olamayan burnum yüzünden EEEH diyip, burnumu tuvalet kağıdıyla silmeye başladım. Annem evde çizgili pijama ve tuvalet kağıdıyla gezen bir yaratığa daha fazla dayanamadığı için evi terketti. 
Ben de ev bana kaldı diye Master Chef izlemeye başladım. 
Ama soranlara, evde bangır bangır Bob Dylan dinlediğimi söylüyorum, çaktırmayın. 

Hasta olduğum şu süre içerisinde, Willy Wonka'yla benzerliğimizi düşündüm. 
Madem ev boş, bari bu benzerliği belgelere dayandırayım dedim. 
Sonra karnım yarıldı falan. Tipe bak. 

Çok yakında iyileşip, size günlerden beri üstünde çalıştığım çizimlerimi göstereceğim. 
Ama önce, tuvalet kağıdıyla burnumun sevişmesi gerek. 
Hepinizi öperim.
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 3/23/2011 4 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

O x benim.

X: Seni ilk ben buldum Jim Morrison! İlk ben dinledim. Evet, sana umutla baktım, çünkü sen umut dolusun. Şey. Yani aslında ölümü kurtuluş olarak düşünü- Bİ DAKİKA. Seni ilk ben buldum. Dolayısıyla seni istediğim yerinden çekiştirmeye hakkım var. Ayrıca seks düşkünüsün. Ne kadar yanlış. Şey. Aslında bu seni pek ilg- NASIL İLGİLENDİRMEZ. Sen garip bir adamsın. Daha farklı yollar bulabilirdin. Şimdi burda böyle duruyo- Seni hiç mi anlayamadım yani?! Ama seni ilk be- LANET OLSUN. 
Jim Morrison: ...

***

X: Annares'e gitmek isterdim. Ama kesin mülkiyetçiliğimle ortalığın amına koyardım. 
Y:...
X: Yani düşünsene, kimsenin 'efendi' kelimesini bilmediği bir dünyadan bahsediyoruz. Ayrıca Odo da kadın. 
Y:...
X: Kertenkele çok garip bir hayvan.
Y:...
X: ...
Y: Efendim?

İnsanlar beni gerçekten seviyor.
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 3/19/2011 3 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Kısır döngü gördüm.

İnsanlarla dediğimi anlamıyor. 
Sinirleniyorum, bir şeyler diyorum. Hatta öylesine diyorum ki; ben bile ne dediğimi anlamıyorum. 
İnsanlar küstah bakışlarıyla kuru bir ''nasıl yani'' yi yüzüme çarpıveriyor. 
İşte o zaman düşünüyorum. Durumu anlatan beş cümle buluyorum. Cümleleri kendime söylüyorum, cümleler güzel geliyor. 
Hazırlanıyorum, ağzımı büyük bir hevesle açıyorum, ve işte kamyon geliyoor.

Birinci cümle.
İkinci cümle.
Üçüncü cümle. 

''Tamam tamam, anladım.''

Benim de ağzımdan kuru bir ''Öyle'' çıkıyor. O iki cümle için ne kadar uğraştığımı ise bilen yok. 
O cümleler, benim içimde kalınca bedenimi ele geçiriyor, geceleri pencere kenarındaki yatağımda beni uyutmuyor.
Ama yaşıyorsam tek nedeni, o pencere kenarındaki yatağıma geri dönüp tavana bakma isteği. 
Ama anlayamazsınız. 

Beni o yataktan başka kimse anlamıyor. Kimse acılarımı, o yataktan daha iyi dindirebilmiş değil. 
Bunları söylemek istiyorum. 
İnsanlar dediğimi anlamıyor.
Sinirleniyorum, bir şeyler diyorum. Hatta öyles...
 
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 3/13/2011 5 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Ama Beatles.

Beatles'la sevişmeye başladığım günden beri tanrıdan en büyük çaplı dileğim, bu güzel adamları bir de aşıkken dinleyebilmekti.
Aşık olacağım o zamana kadar da beynimin kütüphanesinde, kalın çerçeveli gözlükleriyle ansiklopedilere not alan çocuk üstünde deneyler yapmaya karar verdim. 
All my loving'i dinlerken sürekli ince bir hareket halinde olan dudaklarını,
I wanna hold your hand de ise sürekli kitapların üstünde gidip gelen ellerini hayal edip, kimi zaman huzuru bulup, kimi zaman beynimden çıkamadığı için üzülüp, kendimi kitaplara vurdum. 

Birgün, kafam yine kitaplar arasındayken güneşin birkaç defa doğup battığını anladım. Korktum ve kafamı kitapların arasından çıkardım. Cevizini korumak isteyen sincap korkaklığıyla etrafımı kollarken; 
onu buldum. 
Aslında benim kadar korkak değildi. Öyle duruyordu. Kafasından da bir şeyler geçmiyor değildi.Kafasından bir şeyler değil, çok şeyler geçiyordu. 
Ve ben görebiliyordum. 

İşte o çocuğun kafasından geçenleri alnından okuduğum günden beri, kütüphanedeki çocuk, kütüphanenin karşısındaki kafede dudak okuyabilen beyaz tenli bir kadınla konuşmaya başladı. 

Onun için sevindim. 
Ama unutamadım.
Her All my loving dinlediğimde aklıma onun dudakları geldi.
Onu özledim ama,
ama dışarda kütüphaneden ansiklopedi hacılamak için beni bekleyen çocuğun da elleri çok garip. 

Ama Beatles.
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 3/09/2011 2 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Dns ve ter


Kendime anlam veremediğim yetmiyormuş gibi, bir de biz bloggerları illegal yollara iten sansüre anlam verememezliğim baş gösteriyor.
Ama kurduğum anlamsız cümlelerde hala bir değişme yok.

Küçükken bakkaldan cips çalmaya çalışmıştım, ama adam beni görüp herkese ifşa etmişti.O günden beri illegal işlere bulaşmıyorum.
Yani ne zamana kadar bu gizli buluşmaları kaldırabilirim, bilmiyorum.
İllegal iş falan değil de, üşeniyorum; çaktırmayın.

xoxo dememek için kendimi zor tutuyorum ama HAYIR.
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 3/01/2011 2 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Dünya

Ne zaman aynaya baksam; kendimi elimde bir viski şişesi, ve ucunu yakamadığım bir sigarayla yakalıyorum. 
İnsanlar ne zaman bana baksalar; arkamdaki ağacı görüyorlar. 

Üstümde sürekli bir bulut geziyor. 
Çünkü sokakta geçtiğim yerlerin ıslanmış olmasını başka türlü açıklayamıyorum. 

Bazı geceler uyuyamayıp kendimi varoluş problemleriyle ısıttığım koltuğuma atıyorum. 
Ama sabahına ayaklarımı, kafamı koymam gereken yastığın üstünde mışıl mışıl uyurken buluyorum.
Kafamı ise hala bulabilmiş değilim. 

Düşüncelerimi zaman zaman kustuğumu, böylece de rahatladığımı düşünürdüm. 
Yedi yıllık bir süreden sonra gerçekten kustuğumda ise, daha her şeyin yeni başladığını anladım. 

Dünya üzerindeki hiçbir şey bana normal gelmiyor. 
Dünya üzerindeki her şey dışında. 

Bir hamamböceği kafasız bir şekilde, bir hafta yaşayabilir. 
Yıllarca kafasız yaşayan insanları düşünürsek eğer, çok komik bir rakam. 

Düşündükçe kafayı yiyecek gibi olduğum günler de oluyor. 
Sonra kafamın olmadığını anlayıp seviniyorum. 


Anlam veremiyorum.
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 2/26/2011 4 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Helloğ


Bu gördüğünüz şey, beni içine alınca 159 gb boş yeri kalabilecek olan iPodum. Ama beni kurduğum iğrenç cümleler yüzünden içine almak istemiyor. 
Hadi ona merhaba diyelim.
*Gülüşmeler -yani umarım.-*

Uzun zamandır bir şey yazamıyorum. Canım üşeniyor.
Ama anlatmam gereken şeyler de var.

Okunduğuna dair şüphelerim olan bu yere, belki de beni huzura erdiren en önemli şeylerden birini yazmalıyım.
Onu soğuk bir şub... EEH.
İşte bi çocuk var. Led Zeppelin falan dinliyor. Pulp Fiction'ı izlemiş. İnci sözlük seviyor. İnsanlara dedeleri yediriyor. Kimse onu anlamıyor. Daha izlemesi gereken filmler, dinlemesi gereken şarkılar, atması gereken taklalar falan var.
Konu bu. Süslemesini falan siz yapın.
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 2/21/2011 8 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

yanak


Ben böyle şeylerin varolduğunu bildiğim zaman tanrıyı sevebiliyorum. 
Elimde değil.
Gönderen Büşra Uyaroğlu. zaman: 2/12/2011 3 yorum:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş
Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa
Kaydol: Kayıtlar (Atom)

yangına ilk atılması gereken şeyler

  • ►  2014 (20)
    • ►  Kasım (1)
    • ►  Ağustos (6)
    • ►  Temmuz (4)
    • ►  Haziran (1)
    • ►  Mayıs (3)
    • ►  Nisan (1)
    • ►  Mart (1)
    • ►  Şubat (1)
    • ►  Ocak (2)
  • ►  2013 (27)
    • ►  Aralık (2)
    • ►  Kasım (2)
    • ►  Ekim (2)
    • ►  Eylül (2)
    • ►  Ağustos (4)
    • ►  Temmuz (3)
    • ►  Haziran (2)
    • ►  Mayıs (1)
    • ►  Nisan (1)
    • ►  Mart (2)
    • ►  Şubat (3)
    • ►  Ocak (3)
  • ►  2012 (36)
    • ►  Aralık (3)
    • ►  Kasım (1)
    • ►  Ekim (3)
    • ►  Eylül (3)
    • ►  Ağustos (4)
    • ►  Temmuz (6)
    • ►  Haziran (1)
    • ►  Mayıs (1)
    • ►  Nisan (4)
    • ►  Mart (5)
    • ►  Şubat (2)
    • ►  Ocak (3)
  • ▼  2011 (56)
    • ▼  Kasım (3)
      • Bir otostopçunun galaksi rehberini okumadığım için...
      • Beni bu Ah Muhsin'li otobüs yolculukları mahvetti.
      • I'll be back.
    • ►  Ekim (4)
      • Starwars çok mübarek bir şey.
      • Master and Servant
      • Kanalıma yapacakları adi tedavi.
      • Geceler deriinn ;);)
    • ►  Eylül (5)
      • Bugün hava standarttı.
      • Günaydınmak
      • Çok güzel anılar
      • İstemsiz.
      • *Islık sesleri*
    • ►  Ağustos (5)
      • Bazen
      • Odanın göremediğim bir yerinde oturduğunu varsayıy...
      • Konuşmam gerekiyor, Kadıköy'de değilim, stop.
      • Zenitin gücü adına
      • Sevgili Larien;
    • ►  Temmuz (5)
      • Eylül olanından bir akşam nasıl işime yarardı.
      • Haydar oturmayı severdi-1
      • Normal sabahlar.
      • @gecelerrr ;)
      • Dam dam dam
    • ►  Haziran (5)
      • Hayvanlık
      • Çay.
      • Sarhoşlar.
      • Tavan
      • Batarken güneş tepelerin ardından
    • ►  Mayıs (6)
      • Kelebekler
      • Vid-
      • A clockwork orange
      • Get back.
      • NOTHİNG.
      • Çember zor, ama ben de kolay biri sayılmam '';)''
    • ►  Nisan (7)
      • Riders on the storm
      • Koku
      • Şalalala la la la
      • I wanna hold your ayak
      • Evim nerede
      • Anne n'aptın?!
      • Uyuyorum
    • ►  Mart (6)
      • Dört kollu insan köpek
      • Willy willy wonka
      • O x benim.
      • Kısır döngü gördüm.
      • Ama Beatles.
      • Dns ve ter
    • ►  Şubat (7)
      • Dünya
      • Helloğ
      • yanak
    • ►  Ocak (3)
  • ►  2010 (22)
    • ►  Aralık (8)
    • ►  Kasım (5)
    • ►  Ekim (8)
    • ►  Eylül (1)

Sayfalar

  • Ana Sayfa

şapşikler

Suratsız

Fotoğrafım
Büşra Uyaroğlu.
20 yıldır itinayla susmak bilmiyorum.
Profilimin tamamını görüntüle
Soyut teması. Blogger tarafından desteklenmektedir.