space

space

Selamün aleyküm Serkan kardeş, nasılsın?

"Savuracak kadar uzun saçlarının olmaması, çok güçsüz olduğun anlamına gelmez. Kaldı ki bu, saçlarının çok kısa olduğu anlamına da gelmez. Sonuçta ben saçlarından hoşlanıyorum. Saçlarından hoşlanıyorum Büşra. Şurada ikimiz yaşayıp gidiyoruz. Ve, ne saçların, ne de sen güçsüz değilsin. 

Ama hadi diyelim, hadi diyelim ki için rahat etsin, uzun saçların var. Savrulacak kadar uzun saçların. Ama, ama rüzgar yok ki Büşra. Zaten rüzgar çıksa sevmezsin. Gözüne bir şeyler kaçar. Bilinmeyen cisimlerin içinde yuva yapması, seni kendimi bildim bileli rahatsız ediyor ki; benim hikayem genç bayan, senin hikayenden çok daha önce başlamıştı. Neticede bir rüzgar çıksa saçların değil, sen savrulursun. Suç yine senin üstüne kalır. 

Rüzgarı istemediğin çok açık. Ama saçlarını savurma ihtiyacın da göz ardı edilemez. Belki Büşra, belki koşmayı denemelisin. Bilinçli bir rüzgarsızlığa koşup sadece saçlarının savrulmasına izin vermen, bilinçsiz bir rüzgarın önüne atlayıp komple savrulmandan daha iyidir. Benim beynim hep bedava diyorum, inanmıyorsun. 

Nasıl becerdin bilmiyorum. Yani biz dört beş kişiydik Büşra. Sen vardın, ben vardım, oyuncakların vardı. Kendi kendimize yaşayıp giderken açıkçası çok bozdun. Öyle böyle değil. Gerçek birini sevmenin hissettirdiklerine kapıldın gittin. Aslında sen şanslıydın. Sen bizim ateş etrafında otururken masal anlatan dedemiz gibi bir şey bile olmuştun hatta. Çok yakında hissettiğin nefesin sıcaklığını anlatırken hepimiz tereyağı gibi erir giderdik. Sonra birden "BUGÜNE KADAR HİÇ ÖLMEMİŞ LAN." derdin, korkuyla sıçrardık yerimizden. Sonra "Korkmayın lan ibneler." der, derin bir iç çekerdin: "Bir kaç defa öldüğü olmuş."

O gittiğinde ki, giderler Büşra. O gittiğinde aylarca konuşamamanı biz anladık. Bizi siktir et, ben anladım. Ama yanına yaklaşamadım. Beni yadırgamazdın. Mal mal sorular sorup, her acıdan anlarmış gibi davransam bile tahammül ederdin bana ama, ben yapamadım. Çünkü sen öyle üzüldün ki Büşra, kendinden de kaçmaya başladın. Bir de benden kaç istemedim. Benden kaçarsan bana geri dönmezdin diye korktum sanırım. Bekledim. 

Geldiğinde kırıktın, hala kırıksın ama geçebilir. Hayatta tanıdığım en güçlü saç, senin saçın. Ben senin saçını tanıdım lan. Kim kimin saçını tanır? Ben tanıdım ama. Ben senin Yaşar Usta'ndım. Ben senin ciddi ciddi en yakınındım. Ve en yakının olmamın nedeni seni her şeyinle tanımam değil, sadece yakınında olmamdı. Bana bir el kadar uzaktasın Büşra. Ve birbirilerimizin kafasına milyonlarca kol uzaktayız. İşte işin burası güzel.

Git Büşra. Git saçlarını savur. Eğer bir düğüm çözülecekse, sigaraya başla. Sigara düğümleri çözemez dersen, sigarayı düğümlerin üzerinde söndür. O düğümler bunu hak ediyor. Hakediyor da olabilir, ama önemli olan biz, ve paşa gönüllerimiz.

Git. GİT. "


Artık kendimle konuşmaktan bir an önce vazgeçmem gerek.

Beklemek

Sen uzayın biftek gibi kokmadığına inanırken, ben, on altı yaşındaydım. On altı yaşında. Uzun sayılabilecek saçlarım, zayıf sayılamayacak bir Beatles sevgim vardı. Ellerim, ellerim büyümemişti. Seninse güzel boynun, güzel kokular bekliyordu. Dilinin ucundaki kelimeleri hala görür gibiyim: uzay, çay kaşığı, güneş, bilmem kaç binlerce ton. 

Sen "Aşka inanmıyorum, ve sanırım bir güç de yok" derken ben, yine, yine on altı yaşındaydım. On altı yaşında, aşka inanan bir kız. Saçları uzun ama. Uzun. Sadece bu. Aşka da değil aslında, sevme biçimlerine inanan bir kız. O hikayedeki kız ilk defa bendim. Ana karakter. Sen de ana karakterdin, lakin rolünü ellerinin üstüne yıktığın çok oluyordu. 

Sen dayak yediğim zaman benimle birlikte acı çekerken, ben dünyanın en mutlu insanıydım. Çünkü acı sevgili gitmiş dostum, acı adeta bir uhu. Acı seninle beni biz değil de, ben yapan tek şeydi. Kolumdaki morlar mesela, ilk defa başka elleri tanıdı. Başka parmaklar, başka parmaklar omuzlarımın en acıyan yerlerinde gezinirken, benim morluklarım mutluluktan çılgın atıyordu. O eller senindi, sevgili dostum. Hala senin. 

Sen gittiğinde ben birden büyüdüm. Tek gecede büyümeye inanır mısın? Biraz zordur. Ellerin mesela, eldivenlere sığmak istemez. Çünkü başka ellerin sıcaklığına inanmaya başlamıştır. Ya da atkı, atkı da sevmez. Aslında bakarsan, bir gecede büyüdükten sonra insan kışı zerre kadar sevmez. Ne kışı, ne de Wintertime Love'u. 

Sen aşka inanmadığını söylediğinde, savuracak saçlarım yoktu. Savurayım, savurayım ki hayatıma devam edeyim. Olmadı. 

Sen aşka inanmadığını söylediğinde, ben on yedi yaşındaydım. On yedi yaşında yapabildiğim tek şey ise, hala aşka inanmak, ve yaşlı teyzeler gibi pencerenin önünde oturup, senin de bir gün inanmanı beklemekti.

Bekliyorum.

Teşekkür ederim.

On altı yaşındayım. Hayır hayır, aslında on altı yaşında değilim. Ben sadece, hep bu cümleyle konuşmaya başlayacağımı hayal ettim. Konuşmalarım da zaten hep Led Zeppelin'in konser kayıtları gibi oldu. İçimde bir Jimmy Page var efendim. Hep aynı notalarla başlıyor ama solo asla aynı solo değil.

Neyse. Bakın. Biraz sıkıntılıyım. İnsanlardan pek hoşlanamıyorum. Bazen kokularını duyduğum bile oluyor. Ama olmuyor efendim. Gerçekten nasıl anlatacağımı bilmiyorum. Ben korkuyorum, sanırım. Hayır hayır, evime bilinmeyen kabilelerden mektuplar gelmiyor. Ya da sınav stresi diye de geçiştiremeyiz mesela. Ben korkuyorum. Herkesle, aynı yüz ifadesiyle, aynı ses tonuyla geçinen insanlardan korkuyorum. Hayır; aslında onlardan da korkmuyorum. Ben kendine, herkese davrandığı gibi davranan insanlardan korkuyorum.

Yani, yani. Gerçekten zor. Ben anlatamıyorum da mesela. Bütün gün sanki bir denizdeyim. Koca denizin ortasında. Güneş iyi ki tepemde değil; ama kötü ki, birazdan batacak. Lakin su çok güzel, ve kollarımı açıp kendimi kendime bırakmak sanki her şeyi çözecekmiş gibi geliyor. Ama her şey çözülmüyor efendim, öyle bir dünya hala mümkün değil. Güneş allahına kadar batıyor. Fark ediyorum, kulaç atmaya çalışıyorum ama su fışkırtmaktan başka bir şey yapamıyorum. Komikliğe bakın ki fışkırttığım bütün su, güneşe varıyor. Güneşi söndürüyorum efendim. Geceyi bitirmek için ellerimi birbirine sürtüyorum, ama su çok kötü; gelmesenize!

Aslında. Bakın, yine olmadı. Ne oldu biliyor musunuz? Ilık bir yaz akşamıydı. Bir yaz akşamında nasıl becerdiysem Kürk Mantolu Madonna'mı kaybettim. Çok garip bir histi. Aslında bir sigara yakıp HASİKTİR LAN desem çok rahat atlatabileceğim bir durumdu. Lakin sigara içmeyi bir beceremem ki sormayın. Neyse. Atlatamadım -keşke eşekletebilseydim.-. Bakın, beni dinleyin. Ya da dinlemeyin efendim. Boşverin. Sizden bahsedelim. 

Gerçekten sizden bahsedebiliriz. Mesela atmosfer sayesinde dünyanın hiçbir yeri kapkaranlık değil, bunu biliyor muydunuz? Her hafta bu bilgiyi hiç tanımadığım insanlarla paylaşıyorum. İçlerinde bir tetik varsa ben çekmek istiyorum. Ya da içlerinde tık diyecek hiçbir şey yoksa, içlerine girip TIK demek istiyorum. Tüm bunları neden istediğimden ise bahsetmeyelim efendim. Kafanızı ütülemek benim işim değil. Gelin, biz her kafa ütülemek dendiğinde kafası ütü masasında ütülenen insanlar hayal etmemin derinlerine inelim. Çünkü canım çok sıkılıyor. 

Sözlerime son verirken hiç olmadığınız için teşekkür ederim. Çünkü olsaydınız. Ne bileyim. 

Yardımınız şimdilik gerekmiyor. Kadıköy'e gideyim, sonra. Stop.