space

space

hala bir otostopçunun galaksi rehberini okumadım ve hala bir veda cümlem yok.

buraya sıkıcı şeyler yazdığımı farkızladım. hep mutsuzluğumdan söz etmek biraz sinirimi bozdu, çünkü başlarken hiç böyle olacağını hayal etmemiştim. bu bloğu açarken sonunun böyle olacağını, bu şehre yerleşirken sonunun böyle olacağını, bu üniversiteye gelirken sonunun böyle olacağını; lakin aslında hiçbir şey daha sona ermemişti. her şey olduğu yerde duruyordu. son bile olduğu yerde durup, kendini başka sonlara koparıyordu. bu esnada benim yapacağım şey, yaşamaktı. bu bloğu açtıktan sonra mutlu şeyler yazmaktı, bu şehre alışıp mutlu olmaktı, bu üniversitede saçma sapan olaylar yaşayıp gülmekti. yani benim görevim kendini koparan sonlarım için, kendi mutluluklarımı koparmaktı. ama ben, ve her şeyi götünden anlayan halim.

mutlu olduğum günleri düşünmeye çalıştım. tam olarak öyle günler olmadı. beni mutlu eden şeyleri düşündüm. mesela akşam mazgalların üstünden yürümek. sokak ışığıyla mazgallar garip bir şeyler yapıyorlar. mazgalların üstünden yürüyüp, mazgalların içine bakınca, benden daha hızlı yürüyen ışıklar görüp, mutlu oluyorum. garip bir heyecan duyuyorum. merakla bekliyorum. bir diğer mazgal, benim için başka bir mutluluk demek. bunun dışında bir mutluluk hatırlamıyorum.

filmleri defalarca izlemeyi seviyorum mesela. tepkilerle uğraşıyorum. mimiklerle, ses tonlarıyla uğraşıyorum. ama bunu günlük hayatta yapamıyorum. çünkü olmuyor. çünkü gerçek hayattaki, gerçek hayattan ziyade, dokunabileceğim bir hayattaki mimikler, tepkiler, sesler, sigaralar, eller, yürüyüşler, gülümsemeler, kahkaha çeşitleri dikkatimi çekmiyor. -dikkat çekmek dendiğinde aklıma hep ÇEEEEK ÇEEEEK diyen amcalar geliyor. halatlar.- kendimi hangi amına koduğumun dünyasına hapsettiğimi bilmiyorum. ama sanırım ben uyumsuz bir insanım. ya da bugüne kadar uyumsuz olup olmadığımı anlayabileceğim hiçbir şey yapmadığım için, kendimi uyumsuz olduğuma inandırdım. ve bu saatten sonra uyumsuz olup olmadığımı anlayabileceğim bir şeye başlarken, uyumsuz olduğumu bilerek başlayacağım. son birkaç cümle beni çok yordu ve ne anlatmaya çalıştığım hakkında bir fikrim yok.

yani olmuyor. ben buraya mutsuzluğumu yazıp, sonra da siktirip gitmek istemiyorum. ben günlüğüme her şey yolunda taklidi yapmak istemiyorum. yazmaktan elim yorulunca, ama mutluyum ve iyi ki varsın, yazmak istemiyorum. sadece benim bildiğim şeylere taklit yapmak zorunda kalmak bana berbat hissettiriyor. ve ben berbat hissetmek istemiyorum. ben uzanmak istiyorum. öylece uzanıp bakmak.

netice olarak, daha önce de böyle bir yazı yazıp, gitmeye karar vermiştim. ama olmamıştı. şimdi de gelmemeye karar verdim. burayı seviyorum. buraya yazıp yazıp, aylar sonra okuyup ağzımı yüzümü yamultmayı seviyorum. buraya bakınca yaşadığımı anlıyorum ve bu beni biraz sakinleştiriyor. ama böyle olmaz. böyle olmasın. bir şeyleri düzeltinceye kadar gelmeyeceğim. güneşli günlerden korkmadığım zaman, yine her şey eski haline dönecek. yani umarım. yani nolur dönsün.

kendinize iyi bakın lan. I'LL WATCHİNG YOU!

eller aşağı, elleri aç, öne, arkaya

Dün bu vakitlerde çok garip bir olay gerçekleşti. Hayatımda ilk defa kavga ettim. Hayatımda ilk defa kavga ettim, ve hayatımda ilk defa birtakım lafları kol gibi sokmayı başardım. Bunun sonucunda oda arkadaşlarımdan biri beni siklemeyip odayı terk edince, yumruğumu tüm gücümle duvara geçirdim. Sonuç olarak elimde çatlak bir kemik ve birtakım sorular kaldı.

Çok garip değil mi lan? Yani ben, aslında bir türlü yola koyamadığım insan ilişkilerimi sorgulamayı uzun süre önce bırakıp, hayatıma devam ettim. Bir şeyler oldu, oldu ve oldu. On dokuz yıldır boynuma nasıl oldu da, ilişkinin içine sıçılır tabelası asmadım, merak ediyorum. Aslında merak ettiğim şey çok daha başka, ben akıl ve ruh sağlığımı nasıl korkuyorum? Ya da koruyor muyum? Aslında kolumu çatlatmış olmam tüm bu sorulara gayet açık bir cevap veriyor. Ama yine birkaç tane daha ne bileyim.

Şu andan itibaren düşünmeden yazıyorum. Oysa şeker gibi insanım. En hassas olduğum nokta, en sinir olduğum nokta, beni bir Mr. Blonde olmaya en çok yaklaştıran nokta; geçiştirilmek. Biri beni geçiştirdiği anda sanki ayakkabımın içinde bir ustura oluşuyor. Sanki. Çok sanki var lan. Sağ kolum ağrıyor. Kafam ağrıyor. Ben, ben uzak durmak istiyorum. Halı istiyorum, pencerenin önünde çiçek yetiştirmek istiyorum. Kafam sikilmesin istiyorum. Yorulmamak istiyorum. Dört haftadır yorulacak hiçbir şey yapmadım. Otobüse binip bir yere gitmedim. Arkadaşlarımla oturup bir bira içmedim. Denizin dibinde olmama rağmen denize bakmadım. Odadan çıkmadım. Uyudum. Uyumakla uyumamak arasındaki o evrede tıkıldım kaldım. Ki o evre ne kadar eğlenceli. Kafanın ister istemez şekerli olduğu dakikalar. O dakikalarda her şeyi yapabilirim. Uçabilirim. Tekme atabilirim. Sevişebilirim. Ama yok. Ama hayır. Ama ben yoruluyorum. Ama bunun adı büyümek, ama bunun adı deneyim. Ama bunun adı komşunun kızı iki yıl yurtta kaldı sen de kalmalısın. Ama bence bunun adı ben o bahsi geçen ağzına sıçtığımın komşu kızı değilim ve ayakkabımın içinde bir ustura hissediyorum.

Uykuyu arttırdım. Sigarayı arttırdım. Kolumu çatlattım. Ayakkabımın altında ustura hissediyorum. Bugünlük bir eve sığındım ve yarın eve dönüyorum. Sonra ne olacak? Oysa daha gencim. Oysa yarını düşünmekten yorulmak diye bir şey benim için olmamalı. Ne yapmamı bekliyoruz? Geçen gün çok yürüdüm ve sigara borcumu ödedim. Geçen gün neler yaptım. Geçen günün hiçbir şey yapmıyorken öyle yoruldum ki hala yorgunluğu üstümden atamadım. Yarın da yorgun olacağım. Uzun süre yorgun olacağım çünkü amına koyayım, çünkü bilmiyorum. Çünkü bacağımdaki morluk geçmiyor, çünkü hava çok güzel ama iğrenç bir bina bütün güneşi kapatıyor. Çünkü geçen gün Stand by your man muhabbeti geçti ve ben Blues Brothers bebeklerimin el hareketlerini yaptım. Çünkü kimse anlamadı. Ne yani? Bunun adı da mı komşunun kızı iki yıl dayandı.

Yoruldum. Olmuyor.