space

space

Riders on the storm

Bugün servisimi kaçırdım. Ama aklımı kaçırmadığım için -en azından birazını-, ilkel yöntemlerle okula gidebildim. 

Servise yetişebilmek için son dakikasına kadar koştum, KOŞ FOREST KOŞ dedim, ama dinletemedim. Dolmuşlara binmek, dolmuşlarda sürünmek farz oldu. 
Yolda düşünemedim -Aslında yolun suçu yok. Ben düşünemedim. Neyse- Kitap okuyamadım. Hatta dinlediğim şeyleri bile anlayamadım. Ben de gözlerimi kapatıp kendi sessizliğime boğuldum. Çünkü ben insan sevemiyorum, biliyorsunuz.

İnmem gereken yerde indim. İşte tam o sırada, ayaklarımın tam olarak yere deydiği anda, shuffle riders on the storm'u seçti. 
İnsanların ayakları,o gereksiz telaş, doğan güneş, arabalar, umutsuz insanlar, insanlar, insa- 

SENİ SEVİYORUM THE DOORS.

Koku

Hayatım boyunca hiçbir kokuya aldırış etmeden yaşadım. Ama beyaztenliinsankokusu öyle bir koku ki; 

Kalabalık bir yerde yürüyorsunuz. İnsanlar size bakıyor, siz insanların ayaklarına bakıyorsunuz. Kafanızda people are strange falan çalıyor. Karşınıza merdivenler çıkıyor, siz de merdivenlerin üstüne çıkıyorsunuz. 
Sonra pat!

Düşüyorsunuz. İnsanlar gülüyor. Hepsi birlik olup gülüyor. Bazıları karnını tutuyor. Siz ise, burnunuzdan akan kanları tutamıyorsunuz. İnsanlar birden ciddileşiyor. Orada, yerde, yüzü kanlar içinde olan kadının bir soytarı değil, bir yaralı oluduğunu fark ediyor.

Kadın ise bu anlarda aklından sayısız şarkı ve düşünce geçiriyor -çünkü hep böyle olur.- Kadın o kadar hiçleşiyor ki kendi kendine, evine gitmek istiyor. Vileda suyu kokan evine. İşte o an, insanların ne kadar acıtıcı olduğunu bir kere daha anlıyor. Tam o sırada da, birisi geliyor. 

O birisi, kadının elinden tutup kaldırıyor. Kareli gömleğinin kollarıyla kadının yüzünü siliyor. Kadın vileda kokusu duymuyor, ama kendini yuvasında hissediyor. Bu koku öyle bir koku ki, Alice gibi onda, tavşanın yuvasına girme isteği uyandırıyor. Ama o boşluk, o yol o kadar uzun ki; uyumak istiyor. Daha çok, daha çok, daha ço-

Ne olur bu kadar güzel kokmaktan vazgeç.

Şalalala la la la

Merhaba.
Ben bir tumblr sahibiyim, gidin bakın.
Ama Duygu denen çıtır, iki kere tumblr sahibi. ONA KESİN BAKIN. 
Şimdi reklamları bitirip, asıl konumuza geri dönebiliriz. 

 
Son günlerde beni benden alan bu kitap, beni bana geri vermemek konusunda ısrar ediyor. 
AMA NASIL GÜZEL KİTAP. 
Hayatımda bir kitabın öbür sayfasını, öbür sayfanın da öbür sayfasını bu kadar merak etmemiştim. 
Normalde benim beynim hiç böyle şeyler yapmaz. 
Aman canım gidin okuyun aa. 

Ya da bırakın kitabı -ama bırakmayın lan, ayıp.- bu şarkıyı dinleyin. 
Sonra Büyük Ev Abluka'danın göğsüne yumruklar savurup NEDEEN diye ağlayın. Ya da ana avrat düz gidin. 
Ya da ikisini birden yaparken, arada da amuda kalkın. 
GİDİN DİNLEYİN LAN İŞTE. 

Ama en önemlisi; siz siz olun yerli dizi izlemeye başlamayın. 
Bakın mesela ben, annemi taciz etmek için ekranın önünden geçip giderken, Muhteşem Yüzyıl'ı ciddi ciddi izlemeye başladım -yani aslında ben değil, bi arkadaşım.-. 
Şimdi annemle beraber Pargalı'yı gördüğümüz anda gözyaşlarımızı bakkala yolluyoruz. 

Biri yaşadığımız bu çılgın bekar hayatına son versin.
AMA ÖNCE, noluğr o kitabı okuyun.

I wanna hold your ayak

İsveçli bilim adamları dahil, bütün insanlık her zaman şunu düşündü;
Ruhumuz nerede?

İsveçli bilim adamı değilim; ama bence ruhumuz, ayaklarımızda. 
Birini öperken, parmak uçlarımızı sıkmamızın başka bir açıklaması yok çünkü.
Utandığımız zaman ayaklarımıza bakmamızın da. 
Aramızda ilk yorulan da ayaklarımız. 
Müziğe kendini ilk kaptıran da. 
Düşününce ritim tutan,
Sinirlenince titreyen,
Ezildiğini hissedince çöküveren de.

Ve ayaklar varken, ayaklar yol alırken; insanların yüzüne bakmak çok anlamsız. 
Gözler değil, ayaklar yalan söylemez. 
Çünkü ayaklar, yalan söyleyemeyecek kadar meşgul ve üşengeçtir. 
Meşgul ve üşengeç olduğu için de insanı taşıma görevi ona verilmiştir.

Uykunun insan için bir kaçış yolu olduğunu düşünürüz. Ama uyku, ayaklarımızın kaçış yoludur. 
Yataklarımızın uzun, kafamıza göre upuzun, olmasının sebebi de budur. 
Ve garip bir şekilde, tabutlarımıza girdiğimiz zaman, en rahat edecek olanımız, 
Yine ayaklarımızdır. 


Gözlerimiz sussun, ayaklarımız konuşsun.

Evim nerede

Abimle bizi ayıran en önemli özelliklerden biri kitaplardı şüphesiz.
O rakamlarla oynayabilirdi; ben de sözcükleri oldukları yerde, oldukları gibi kabul edebilirdim. Bu bize tanrılarımız tarafından verilmiş yeteneklerdi.
 
Ben yeteneğimi çok sevdim.
Ama olmadı. 
Yıllarca kimse beni görmedi. Okuduğum şeylerin evinde kaldığım için, kendi evimi unuttum. İnsanlar yoldan çıktığımı düşündü. Bundan bir şey olmayacak, bari günah keçisi olsun OH NE GÜZEL dedi. Ama ben hala evimi hatırlayamıyordum, çünkü o zamanlar evinde kaldığım sözcükler Dostoyevski'nin ağzından çıkmıştı.

Şimdi, insanlığın gözünde sözcüklerim ve ben; yağan yağmurun altında, dört yerinden delik ve ıslak ayakkabılarımızla; evsisiz. Rakamlar ise wayfarer'larını takmış, güneşli bir havada umutla güneşe bakıyor.
İnsanlar için, hala günah keçisiyim. Ayrıca sorumsuzum da.
Ama bu sefer, gerçekten evimi hatırlamıyorum. 

Anne n'aptın?!


Annem eve böyle taçlar alınca benim psikolojim bozuluyor. 
Başka bir şeyden değil yani. 

Uyuyorum

Eve gelip hemen uyuyorum. 
Rüyamda, yine uyuyorum. 
Sonra sabahın köründe uyandırmak üzere kurulmuş olan -nefessiz kaldım- saatime KAPA ÇENENİ SÜRTÜK diyerek yine uyuyorum.

İnsanları görüyorum, anlamıyorum; uyuyorum.
Dersleri anlamaya çalışmaktan vazgeçip; uyuyorum. 
Beatles'ı duyunca ''işte benim erkeklerim'' diyip; uyuyorum.
İnsanların şefkatini sevmiyorum, ama onun kolunu gördüğüm zaman; yine uyuyorum. 
Kokusunu içime çekiyorum, düşüncelerini beynime almak istiyorum; o zaman da panik olup uyuyamıyorum. Ama neyse. 

Beynimde sürekli I'm only sleeping çalıyor. Yolda yürürken de gözlerim kapanıyor. İnsanlar ''Önüne baksana.'' diyip, omuz atıyorlar. 
Bir şeyler demeyi gerçekten istiyorum, düşünüyorum, düşünürken gözlerim kapanıyor; ama gözlerimi kapatınca aklıma uyku geliyor. 
Sonrasını toparlayamıyorum. 


Uyumak istiyorum.