space

space
Şivan Encü (13)
On üç yaşında, sırtımda ağır olmayan yüklerle, kazanmak istediğim lisenin hayallerini kuruyordum. 

Muhammed Encü (13)

On üç yaşında bisikletle bütün yokuşu çıkıp, sonra güzel bir şarkı açarak güneşe karşı yokuş aşağı bisiklet sürüyordum. 

Bedran Encü (13)

On üç yaşında güzel şarkılar dinleyip, güzel kitaplar okuyup, kafamı açıyordum.

Erkan Encü (13)

On üç yaşında sırtımda çok yük yoktu, daha çocuktum, umut ediyordum. 

Savaş Encü (14)

On dört yaşında, sırtımda yaşıma uygun yüklerle, liseye gidiyordum. 

Orhan Encü (15)

On beş yaşında güzel arkadaşlar edindim, sırtında ağır yükler olmayan arkadaşlar.

Serhat Encü (15)

On beş yaşında hayatımda tanıyabileceğim en güzel adam hayatıma girdi, hala çok yüküm yoktu. 

Celal Encü (15)

On beş yaşında, abim yaşadığım şehirden gitti, haftalarca ağladım. Ama çok yüküm yoktu. 

Selahattin (Karker) Encü (16)

On altı yaşında aşık oldum, çok güzeldi çünkü çok yüküm yoktu. 

Salih Ürek (16)

On altı yaşında eve gelince anneme sarılıyordum. Anneme sarılmak demek, çok olmayan yüklerimi yere bırakmak demekti. 

Bilal Encü (16)

On altı yaşında, güneşe karşı yürüyordum. Üstümden uçaklar geçiyordu, ölmüyordum. 

Yüksel Ürek (16)

On altı yaşında terk edildim. Artık yükler hissediyordum, hala uçaklar geçiyordu. 

Şerafettin Encü ( 17)

On yedi yaşında geleceğimi ciddi düşünmek zorundaydım, artık yüklerim vardı. 

Mahsun Encü (17)

On yedi yaşında annemden ayrıldım, ama tek ihtiyacım anneme sarılmaktı. Daha ağır bir şey olamaz diye düşünüyordum. 

Cemal Encü (17)

On yedi yaşında babamın tek ihtiyacı, ona sarılmamdı. Daha ağır bir şey olamaz diye düşünüyordum. 

Vedat Encü (17)

On yedi yaşında berbat bir sistemin benden istediklerini yaptım, bir gelecek oluşturabilmek için. Bundan daha adaletsiz bir şey olamaz diye düşünüyordum. 

Aslan Encü (17)

On yedi yaşında yaşadığım şehri terk ettim. Başka günbatımları görecektim, seviniyordum. 

Özcan Uysal (18)

On sekiz yaşında yeni bir şehirde yaşıyordum. Üstümden uçaklar geçti, ağladım. 

Salih Encü (18)

On sekiz yaşında sarhoş oluyordum, insan bu yüzden on sekiz yaşında olurdu, ben böyle biliyordum. 

Adem Ant (19)

On dokuz yaşında bir daha on sekiz yaşında olamayacaktım. Benim için bir yüktü, ama yine taşınabilirdi.

Şirvan(Şêrvan) Encü (19)

On dokuz yaşında üstümden uçaklar geçti, ölmedim. Ağladım. 

Nevzat Encü (19)

On dokuz yaşında, sorumluluklarım vardı. Bunlarla yaşanmaz diyordum.

Cihan Encü (19)

On dokuz yaşında artık biraz yorulmuştum.

Hüseyin Encü (20)

Bugün yağmur yağdı. Üstümden uçaklar geçti. Ağladım. Yük diye sırtımda taşıdığım şeylerden utandım, hepsini yere koydum. Ağladım.

Fadıl Encü (20)

Bugün ikinci yıl. Bugün ben utandım. Bugün ben aynalara bile bakamadım. 

Hüsnü Encü (20)

Bugün ikinci yıl. Bugün şikayet etmeyi kendime yasaklıyorum.

Seyithan Enç (21)

Yirmi bir yaşında üçüncü yıl olacak. Yirmi bir yaşında hala utanacağım. 

Hamza Encü (21)

Yirmi bir yaşında hala ağlayan tek bir annenin, tek bir kardeşin gözyaşı dinmeyecek. Ben gözyaşlarımdan utanacağım.

Abdulselam Encü (22)

Yirmi iki yaşında artık kendi ayaklarımın üstünde durmam gerekecek. Yaşadığım hiçbir zorluk, kaybedilen bir kardeşin, bir çocuğun acısının yakınından bile geçmeyecek.

Mehmet Ali Tosun (23)

Yirmi üç yaşında her şey yolunda giderse bir gazeteci olacağım. Aynı anda hem Hrant Dink gibi inanılmaz bir adamla, hem de Yılmaz Özdil gibi iğrenç bir insanla meslektaş olacağım. Garip gelecek, biraz daha ağlayacağım. 

Nadir Alma (25)

Zaman geçecek, ben hiçbir zaman unutmayacağım.

Zeydan Encü (25)

Zaman geçecek, hala utanacağım. 

Selim (Selman) Encü (38)

Çocuklarımın üstünden uçaklar geçecek, ağlayacağım. 

Osman Kaplan (41)

Çocuklarımın üstünden uçaklar geçecek, utanacağım. 


                                                         Ben unutmam.


Sanki odadan dışarı çıktığım, bir telaş kantine gidip iki lokma yemek yediğim ve koşa koşa yurttan çıkıp yanına geldiğim an.
Yürümüyorum.
Uçuyorum.

 Kaç gündür şu yaptığım şeye bakıp bakıp gülüyorum. Obladi Oblada hayatımın şu döneminde gerçekten çok mutlu bir şarkı.

Şiir yazdım.

NBA bilgim yok, fakat favori takımım Minnesota Timberwolves; çünkü Harlem Shake videoları ruh halimi yansıtıyor ve Ricky Rubio inanılmaz tatlı bir adam. Ayrıca Safa'nın NBA takımı Timberwolves ve Safa muhteşem bir insan. Muhteşem akrostiş şiirimi ona armağan ediyorum.

Mayıs papatyaları düşün, açmamış olan.
Irmak düşün, çocukların yüzmediği. 
Nergisleri düşün, daha mevsimi gelmemiş. 
Nergisleri bir daha düşün, çok acayip amk.
Elimiz kesilse mesela, aklımıza nergis gelmez. 
Soksa elimizi arı, vay amk arısı deriz. 
Oysa bir arı, bazen sadece bir arıdır.
Taç yaprağa falan konarlar.
Amına koyarız arının, elimizi soksa.

Tarhana çorbalarını düşün, çok sıcak. 
Ispanak, pırasa falan düşün; hiç de sevmem amk. 
Maydonoz denen şey de salataya konmaz, 
Böreğe falan konsa; tamam, olur. 
E ama salataya konmaz aq maydonozu,
Razıyım, bari börekte olsun.
W harfi M harfinin ters dönmüşü,
O harfini tersine döndürsen hala o.
L harfini istesek elimizle yapabiliriz.
Ve mayıs papatyaları düşün, açmamış olan.
Ekinler düşün, dize kadar.
Elimizi soksa arı pü amk deriz, arılar ne acayip hayvanlar. 

-Daha sonra size Yağmur'la ikimizin yazdığı Steven Gerrard şiirini de yazarım ama onun için gülmekten altıma işeyecek hale gelmeye bir son vermem lazım. Hoşça kalın.-

Temsili Timberwolves Harlem Shake videosu.

Yine fotoğraf çektim

                                                              -can qanqi, n'aber?-

                                                           

                                   -her makineyi elime aldığımda şu at kafalığını yapmak zorundayım.-


                                                               -ben bunu çok sevdim.-

                                                               -fakat ben bunu da çok sevdim.-





                                                           - gökçe, n'aber?-

                                                             

                                                                -ayaklarıma selam.-



                                                         -can bu yastık benim olsun mu la?-






                                            -perdeyi kafaya dolamalı fotoğraf çekme özürlüyüm.-

                                                               -SAZIM VE BEN.-



                                                                   -saz bıyığı bıraktım.-

          -sağ damar galatasaray; sol damar liverpool/bayern münih/barcelona/milaAMAN TAMAM BE.-





                             -nice fotoğraflar çektim (ÇEKMEDİM.), fakat en sevdiğim fotoğraf sanırım bu.-


hayatta türlü türlü şeyden dolayı ciğerim soldu. kimi zaman olmayacak bir şeyi olmayacak bir şekilde sevmekten, kimi zaman sigaradan, kimi zaman hareketsizlikten, kimi zaman fazla hareketten.
on dokuz yaşında ilk defa ciğerim acele etmekten soluyor.
ilk defa ciğerim; acele edip, sevmekten, eğer acele etmezsem hiç sevilmeyeceğimden korkuyor. bir de soluyor.
sonra sinema salonunda film hakkında insanlarla tartışırken birden gözüm pörtlüyor ve kendim kendi ağzıma çok güzel bir yumruk yapıştırıyor. kendim yumruktan dolayı ağzından gelen kanı siliyor, "n'oluyor amk?" diyor. kendim yumruğunu ovalıyor, sinirden ağzı yüzü kaymış bir şekilde "Bİ DUR AMK Bİ DUR." diye bağırıyor.
kendimle kendim en sonunda birbirinden özür dileyip, acele etmemeye ve yurda gidip biraz uyumaya karar veriyor.
ben o esnada insanlarla film hakkında konuşuyorum ve kendimle kendim kapıdan çıkarken onlara el sallıyorum.
kendimi izlemek çok saçma, gelsenize.
sana hiç bahsetmemiştim ama, muhakkak duymuşsundur: evliliğimizin dördüncü yılında nazlı, evi terk etmişti. nasıl derler, bir başkasına kaçmıştı. acıklı bir durumdu. ne yapacağımı bilmeden odalarda dolaşıp durdum. karımın resimlerine baktım. bir şeyler yapmak, birilerine gitmek, ne bileyim dert yanmak, ondan şikayet etmek, bana yapılan bu haksızlığı ortaya koyup sızlanmak istemeliydim. en azından, herkesin yaptığını yapmak gelmeliydi içimden. belki de bütün bunları istiyordum, harekete geçemiyordum. üstüm başım dağınık, sokaklarda sürükleniyordum. söze nereden başlanacağını bilemiyordum herhalde: durup dururken birine giderek söze başlayamazdım ya. fakat biri benimle konuşmağa başlayınca da, söz dönüp dolaşıp buraya gelecek diye korkuyla iç geçiriyordum; göğsüme bu mesele saplanıyordu. işten erken kaçıyor, meyhanelerde oturuyordum öğleden sonraları. bir gün, tren istasyonunun yanındaki bir lokantaya girdim; kendimi hamallı yük arabalı yabancı bir çevrede bulmuştum birdenbire ve civarda başka bir meyhane yoktu. lokantanın bahçesinde, trenlere yakın bir yere oturdum. erken bir saat olmasına rağmen masalar kalabalıktı. bir şişe rakı söyledim. (kimseye bakacak halim yoktu.) sabahtan beri bir şey yememiştim: biraz meze getirttim. ilk kadehleri hızla içtim, başım döndü. sonra, çevreme baktım: konuşuluyordu, hiç bir şey yenmiyordu, sadece kahve çay gibi şeyler içiliyordu. birileri bekleniyordu. tren yoluna bakılıyordu. içmeye devam ettim. çevremdeki gürültü artıyordu; heyecanlanılıyordu. masalardaki çaylar bile içilmiyordu. bütün gözler demiryoluna çevrilmişti. içki, yavaş yavaş gerginliğimi yumuşattığı için, çevremdeki insanları görmeğe, sesleri duymağa başladım. dış ülkelerden gelecek bir tren bekleniyordu. herkes birbirine gülümsüyordu, bir yakınlık havası sarıyordu ortalığı. ben de gülümsedim (biraz da içkiden). sonra, onlarla birlikte heyecanlanmağa başladım. bilhassa tren yoluna bakınca insanın heyecanı artıyordu.sanki benim de bir yakınım, bir dostum gelecekti. sanki trenden, mesela nazlı çıkacaktı birden ve boynuma sarılıverecekti. ben de bütün olanları bir anda unutarak onu affedecektim. hemen bir arabaya binecektik; her şey hemen düzelecekti. herkes sabırsızlanıyordu; herhalde tren biraz gecikmişti. ben, trenin geliş saatini bilmediğim için, biraz rahattım. 

dakikalar ilerledikçe benim de gözüm demiryoluna takıldı kaldı. tren geldiği zaman, herkes kadar heyecanlı, herkes kadar sabırsızdım. herkesle birlikte gülümsüyordum. insanlar, yakınımdaki masalarda oturanlar, masaya kurulup rakı içerek yolcusunu bekleyen bu adama, biraz hayret, biraz da imrenmeyle bakıyorlardı. ben, olgun bir adam rolündeydim. onlar adına endişeliydim: ya bekledikleri kimse, trenden çıkmazsa diye korkuyordum. bütün bekleyenleri birer birer gözlerimle takip etmeğe başladım. önce trenin pencerelerindeki yolculara bakıyordum; trendeki yolcu, birine el sallamaya başlayınca, onun elini takip ederek talihli karşılayıcıyı buluyor ve rahatlıyordum. sonra, başka ellere bakıyordum. onlarla birlikte gülüyordum; galiba ben de bir iki kere elimi salladım. (sarhoşluktan olacak.) nazlı gelmedi tabii. biraz mahzun oldum. benimle birlikte, beklediği gelmeyen birkaç karşılayıcı daha kalmıştı lokantada. çevremde hüznümü paylaşacak bir iki kişinin daha bulunması, benim de hakiki bir karşılayıcı olarak, sadece beklediği gelmeyen bir karşılayıcı gibi, istasyondan ayrılmamı sağladı. biraz da gümrük kapısında bekledik onlarla birlikte: belki de yolcumuzu, o kalabalıkta görememiştik. sonunda boynumuzu büküp ayrıldık oradan: nazlı gelmemişti. 

bu oyuna kısa zamanda alıştım. arada tren istasyonuna uğrayarak tarifelere bakıyordum. bazen de telefonla soruyordum; ayrıca, trenin geleceği gün de telefon ederek tehir olup olmadığını öğreniyordum. lokantada beklerken de, artık trenin geliş saatini bilmenin heyecanını, bütün karşılayıcılarla birlikte yaşıyordum. birkaç bekleyişten sonra daha cesur olmuştum. elimi hararetle sallıyor, bağırıyor, sesleniyordum. beni, tanıdıklarından birine benzetip, bana da el sallayanlar oldu: bu kadar yolcu içinde, elbette birinin ahbabına benzeyecektim. böyle yanılmalar, benden başkalarının da başına geldiği için vaziyetimde bir sahtelik olmuyordu. ayrıca, tren gelinceye kadar en az bir şişe içtiğim için, bu kadar teferruatı düşünerek endişelenecek kadar ayık da olmuyordum. trenin gelişiyle birlikte istasyonda birdenbire artan hareketin seline kaptırıyordum kendimi. gümrük memurlarıyla da artık ahbap olduğum için, bana bazı imtiyazlar tanınıyordu. öyle ya, benim kadar yolcu karşılayan kimse yoktu. fakat nedense ben, yakınlarımı perondan göremiyordum; tam gümrükçülerden ayrıldıktan sonra, tam ümidimi kesmeğe başladığım sırada yolcum da gümrük kapısından çıkıyordu: onunla meydanın önünde karşılaşmış oluyordum. daha sonraları, perona çıkıp beklememe izin verdikleri için, yolcularımı peronda da görmeye başladım. tren gelince hemen yolcuların arasına karışıyordum; sonra da gümrükçülere görünmeden ortadan kayboluyordum: yolcularımı (genellikle birden fazla olduklarını söylüyordum) peronda buluyordum ve kalabalığın içinde beni göremiyorlardı tabii. gümrükçüler, bazen masama oturuyorlar; ne kadar yolcun var tahsin bey, diyorlardı. beni pek sevmişlerdi. onlarla, selim bey olarak konuşmak garibime gittiği için; bu maceranın, selim beyin günlük hayatı dışında bir gidişi olduğu için, ben karşılayıcılık işinde tahsin bey olmuştum. hattâ bir gün, gümrükçülerden biri, istasyonun dışında bir yerde arkamdan tahsin bey, diye bağırınca hemen başımı çevirmeyi akıl edemediğim için tuhaf bir vaziyete düşmüştüm. o günden sonra ne zaman arkamdan tahsin bey diye bağırılsa hemen döner bakarım.” 

selim bey, derin bir nefes aldı. “her hadisemde olduğu gibi, bunda da işin sonunu bir türlü getiremedim: uzattıkça uzattım. allah’tan o sırada nazlı eve döndü. fakat ben, bu bekleme huyumdan hemen vazgeçemedim: bir süre istasyona sürüklendim durdum. sonra, beni rakı içmek gibi saran bu iptiladan da vazgeçtim. karımla da, ne evden ayrılışını, ne de dönüşünü hiç konuşmadık. 

sonra nazlı’yı kaybettim. şimdi bazen düşünürüm: ne olurdu, aramızda her şeyi konuşmuş olsaydık. nazlı bana evden ayrıldıktan sonra nasıl yaşadığını anlatsaydı, neden birdenbire kaybolmak istediğini açıklasaydı. o kadar sevdiğim karımın hayatına ait bir kısmı, hiç bir zaman bilemedim. sanki iki yıl, nazlı hiç yaşamadı bana göre. biliyorum, denebilir ki, üzücü olaylarla karşılaşacaktı; insan, belki de hiç istemediği sözleri duyacaktı. olsun; hiç bilmemekten, bir insan hayatının o kadar yılını hiçe saymaktan daha iyidir herhalde. onun iki yılını yok saymakla, onun bu yıllarda neler hissettiğini bilmek istememekle, çok sevdiğim bu insana da bir bakıma hürmetsizlik etmiş oldum.

sevgi, hayır gibi, başını salladı. “öyle oldu, öyle oldu,” dedi selim bey. “şimdi de, hiç bir şeyi tamir etmek mümkün değil artık. nazlı’nın hiç bir acı sözü, ölümün getirdiği o geri dönülmez soğukluk kadar çaresiz bırakmayacaktı beni. neyse geçelim bunu. karım öldükten sonra, gene istasyona gitmeğe başladım. bu işin, artık değişik bir tarafı, bir tadı kalmamıştı. bütün insanlarımız gibi, ben de hayatımda bir kere biraz değişik bir harekette bulunmuştum ve bütün insanlarımız gibi, artık ömrüm boyunca kendimi ve herkesi bıktırıncaya kadar bu hususiyetime yapışıp sürüklenecektim; bütün hayatım boyunca bu küçük istisnaya tutunmaya çalışacaktım. 

“gümrük memurları değişmişti, eski garsonlardan hiç biri kalmamıştı. nazlı ölmüştü ve onu beklemek diye bir mesele olamazdı. bunu hayal bile edemezdim. başka bir çareye başvurdum; daha doğrusu, bir trenin kalkış saatine yakın bir sırada lokantaya gittiğim zaman, oyunun mahiyet değiştirebileceğini gördüm. herkes üzgündü: yakınları gidiyordu. ben gene ön masaya bütün rakı takımımla kurulmuştum. artık oyun oynamak lüzumunu da hissetmiyordum; uğurlamaya geldiğim bir yakınım olmadığı belliydi. bu sebepten, kimsenin dikkatini çekmiyordum. suratımı asmış oturuyordum: nazlı gitmişti. gidenler sevinçliydi. geride bıraktıklarına karşı ayıp olmasın diye üzgün görünüyorlardı. gene de, hakikaten üzülen bir iki samimi yolcu vardı. ben kimse bilmemekle beraber, kötü bir roldeydim: bütün gidenlerin, tıpkı nazlı gibi, bir daha dönmeyeceği esası üzerine kurmuştum maceramı. içimden, her kalkan trene ‘ölüm katarı’ gibi, ‘karanlıklar treni’ gibi isimler takıyordum. 

toplu bir cenaze törenine gelmiş gibi hissediyordum kendimi. fazla masraf olmasın diye, bir tren dolusu ölüye tek tören yapılıyordu. tabut ve taşıma masrafını azaltmak için, bütün ölüler, daha tam ölmeden, daha hareket güçlerini tam kaybetmeden, kendi ayaklarıyla törene geliyorlardı. nazlı, bir tren önce gitmişti; ben de, onu uğurladıktan sonra, hazır gelmişken, diğer törenlere de katılıyordum. muhayyilesi kuvvetli bazı insanlar, sevdikleri ölülerin uzun bir yolculuğa çıktıklarını düşünmüşlerdir; bense, bütün yolculuğa çıkanların ölmüş olduğunu düşünüyordum. ne büyük bir günah, değil mi?


Oğuz Atay / Tehlikeli Oyunlar

Yatağımdan kalktım, sonra pijamalarımla yemekhaneye gittim. Çünkü yurt benim dokuz aylık evim oluyordu; ve ben dokuz aylık da olsa, evimde pijamalarımı çıkarıp, düzgün bir şeyler giyip mutfağa gitmiyordum.
Pijama ve ben yemekhaneye yürüyorduk. Bu esnada yakmayan bir güneş üstüme üstüme geliyordu, kulağımda çok güzel bir şarkı çalıyordu ve ayağımda annemin verdiği ev terlikleri vardı. Bütün insanlar bana bakıyordu. Bazen bütün insanlar bana bakıyor. O zaman yavaşça boğazımı temizleyip, NE VAR AMK, SİZ DE PİJAMAYLA GELİN demek istiyorum, sonra vazgeçip yemek sırasına geçiyorum. Yine vazgeçtim, ve yine yemek sırasına geçtim.
Yemek aldım. Yaklaşık elli insan vardı. Yaklaşık elli insan çift çift oturuyordu. Hepsinden nedense korktum çünkü bazen çok korkutucu bakıyorlar. İnsanlara bakan insanları anlayamıyorum. Yolda yürürken insanlara bakan insanları ise cidden HİÇ anlayamıyorum. Neyse işte. Yemek aldım, ve güneşin üstüme üstüme geleceği uzak bir yere oturdum.
Uzak bir yerde yalnız başıma yemek yiyordum. Bir süre kendi kendime konuştum. Hatta kendi kendime neleri sevdiğime dair bir liste bile yaptım.

NELERİ SEVERİM:
1- Yalnız yemek yemeyi severim.
2- Yalnız başıma akşamüstü yürüyüşe çıkmayı severim.
3- Yalnız başıma akşam yürüyüşe çıkmayı severim.
4- Yalnız başıma sinemaya gitmeyi severim.
5- YALNIZ BAŞIMA ATA BİNMEYİ SEVERİM.

Eğer kurduğum cümlenin içinde at geçiyorsa, bilin ki ciddiyetten uzaklaştım. Yemek yerken yalnızlığımın sebebini kendime, yalnızken daha muhteşem olmam şeklinde açıkladım. Ama sonra yalnızken de muhteşem değilsem diye düşündüm. Sonra çok düşünme amk diyerek tabağı sıyırdım ve lokmayı ağzıma tıktım.
Bir süre kendimi bulunduğu kabın şeklini alabilen, ama kabı olmayan bir sıvıya benzettim. Belki de kabım vardı ama sanki bir işsiz beni habire kaptan kaba boşaltıyordu. Biraz kaptan kaba boşaltıldığımı hayal ettim. Yine güldüm.
Yemeğim bitince tabakları kaldırdım. İnsanların gözlerini yine üzerimde hissettim. Bazı insan gözleri bence çok işsiz. Tabakları koyduktan sonra odaya geldim. Sonra yangın merdiveninde oturdum biraz.
Eskiden karşıya baktığım zaman denizi ve lunaparkı görürdüm. Hatta her seferinde, hah amk yine klasik romantik Türk filminin içine düştük derdim.
Eskiden karşıya baktığım zaman denizi ve lunaparkı görürdüm. Şimdi önümde çirkin bir binanın inşaatı var.
Ne zaman karşıya baksam çirkin bir binanın inşaatını görüyorum.
İyi ki zamanında gözlerimizi kapatmayı akıl etmişiz.

hiding tonight.

Aşırı Dean Winchester ve Ramble on güzelliği içeren yazı.

Dört yıl öncesi, lisenin ikinci senesinin ilk zamanları. Benim için komik zamanlardı. Şimdi deli gibi sevdiğim şeylerin hiçbirinden haberim yoktu ve manyak gibi eğleniyordum. Kafa ağrım falan da yoktu. Sokağa çıkıp saçma sapan fotoğraflar çekiyor, uzun uzun yürüyüşler yapıyor; ve şimdi hayatımdan çıkmasını hiç istemediğim insanları daha tanımadığım için, kendi kendimle çılgın atıyordum.

O zamanlar Supernatural izlediğimiz ve "Abi süperler ya :DDDddDd:ddDDdDdd Hayata bak ya :DDDd:DDçDdD" dediğimiz zamanlardı. Dean Winchester'ın 67 model Chevy İmpala'sına ağız suyu akıttığımız, direk olarak Dean Winchester'a ağız suyu akıttığımız zamanlar. Güzeldi yani.

Sanırım o zamanlar dinlediğim şeyler benim için hiçbir şey ifade etmiyordu. Böyle bütün dangalak şarkıları bir kenara atıp, awesome yol arkadaşlarıyla yola devam etmek istiyordum. Keşfetmek istiyordum yani; ama müzik mucize gibi bir şeydi ve her şeydi de. BAYA BAYA HER ŞEYDİ. Keşfetmek için adım atmak gerekiyordu, ama eylül bizim oralarda soğuk geçiyordu ve ben oturduğum yeri yeni ısıtmıştım. O eylül, o adımı benim yerime Dean Winchester attı. Kendisine hayatımdan çıkmasını hiç istemediğim şarkılarım için, sevgilerimi gönderiyorum.

NEYSE.

Bilenler bilir. Dean Winchester'ın en sevdiği iki şarkı; Travelling Riverside Blues ve Ramble On. Bu iki şarkıyı da çok sevmeme rağmen Ramble On ilk dinlediğim günden beri benim için çok farklı bir şarkı.

Dünyada herkesin bir yol şarkısı varsa eğer, benimki dört yıldır Ramble On. Şehir merkezinden biraz uzak olan evime giderken hep bu şarkıyı dinledim, şehirden birazcık uzak olan liseme giderken hep bu şarkıyı dinledim. Antalya'ya batıdan girerken; güneş yüzüme çarpmasına rağmen yakmazken benim için çalan, hep bu şarkı oldu. Sabahın beşinde Kadıköy'ün ortasında arkadaşlarımı beklerken de bu çalıyordu. Allah sizi inandırsın, bazen bulaşık yıkarken bile çalıyor.

Ben her zaman yüzümde bir rüzgara ihtiyaç duydum. Ve yüzüme çarpmasına rağmen yakmayan bir güneşe. Rüzgar ve güneş olduğu zaman, ve yoldayken hep şu şarkıyı dinledim. Rüzgar, güneş, ve yollar yokken yine bu şarkıyı açıp o günlerimi hatırladım.

Bu her zaman böyle olacak. Diyeceğim o ki, bir yol şarkısı, insanın çok önemli bir parçasını oluşturuyor. Yol şarkılarınızı sevin.

Temsili Led Zeppelin - Ramble On


Not: Sanırım bu yazıyı bana yazdıran şey, evde yalnız kaldığım üç gün boyunca saatlerce Supernatural'ın eski sezonlarını izlemek.
Not 2: Hala Supernatural'ın beşinci sezondan sonrasını izlemedim. Ay lav ilk dört sezon ama özellikle ikinci sezon.
Not 3:  http://www.youtube.com/watch?v=v52COutHM2o
Not 4: Hatırlayan arkadaşlar bi' sırıttılar.
Not 5: YETER AMK.

Hoşça kalın.

Yalın ayak konuşulmaması gereken fayanslar.

+ Biliyorsun, küçükken hep taşınıyorduk. Şehirlerin üstünden seke seke geçtiğimiz yetmediği gibi; az da olsa yaşadığımız şehirlerde, evlerin de üstünden seke seke geçiyorduk. O yüzden ev anlayışım, çok uzun yıllar sonra oturdu.

Biliyorsun, babam kalp kıran bir insandı. Heartbreaker. -Ama Led Zeppelin şarkısı kadar güzel değil.- Bir daha babamı hiç sevemeyeceğimi, daha sonra da bir daha hiçkimseyi sevemeyeceğimi düşünüyordum. Ama bundan üç yıl önce, bir adam hayatıma girdi ve babalara, sevgilere olan inancımı arttırdı.

Sonra yine biliyorsun, çok uzun süre yalnız yaşadım. Hayatım boyunca yanımda olmasını istediğim insanları üç yıl önce tanıdım. Bunca yıl yalnız olduğumu hatırladıkça ürperiyorum.

Görüyorsun işte. Yani. Hep bir şeylere geç kalıyorum. Düşününce elimde olan bir gecikme de değil. Bu çok sinir bozucu. Sana da geç kalıyorum mesela. Yaşayacağımız çok şey var, hem yeni hard disk aldım; içinde 700 gb'lik Star Trek arşivi var. Ya sana da geç kalıyorsam?

-Fakat Büşra, ben yalnızca banyonun fayansıyım.

Bu da bir süre öylece baktıktan sonra, yalın ayak banyodan çıkışımın hikayesi olsun. 

Bi' geçmedin koduğumun yazı.


Annemin abimle beraber İstanbul'da yaşamaya karar vermesi sonucu, evi toplamaya başladık. Haliyle aspiratörü sökmemiz gerekti.
Evde yirmi beş yıllık bir öğretmen, üçüncü sınıfa geçmiş bir makine mühendisliği öğrencisi, ve birinci sınıfa geçmiş bir gazetecilik öğrencisi varke- ASPİRATÖRÜ BEN SÖKTÜM.
ÇOK GARİP DEĞİL Mİ LAN?
Bilmiyorum. Hayatım ev taşımakla, ya da kendimi taşımakla geçti. Hayatım boyunca ev anlayışım tam anlamıyla yerine oturmadığı içi- şu an şu cümleyi toparlamaya çok üşeniyorum.
Tek isteğim on altı gün sonra İstanbul'a gitmek, Alex'i çadıra atmak, sonra Antalya'ya gidip, dangalak yurt hayatına tekrar alışmak falan. Antalya'yı çok özledim.
Hoşça kalın.

Bazı nisanlar taştan ağır.

Zaman baya baya geçiyor. Çok sevdiğimiz, çok nazik mayıslar geçiyor, biraz hoşlandığımız haziranlar geçiyor, sinir olduğumuz temmuzlar geçiyor, ağzına çakmak istediğimiz ağustoslar bile geçiyor; ve sonra eylüle kavuşuyoruz. Hırkalarımızı giyip, kendimize sarıla sarıla yürüyoruz. 

Çok nazik bir mayıs öncesi, hayatımın en zor, en üzücü nisanını yaşadım. Bir adamı beklemeye başlayalı bir yıl olmuştu. Bir adama, benim bile öylece bakakaldığım yazılar yazalı bir yıl olmuştu. Bir adamı görebilmek için saatlerle kafayı yemeye başlayalı bir yıl olmuştu. Ben şehir değiştirmiştim, o şehir değiştirmişti. Artık farklı denizlere bakıyorduk. Artık onu görmem mümkün değildi. Dediğim gibi, farklı denizlere bakıyorduk. Kalbim güçleniyordu, kalbimle çok ilgileniyordum o aralar. Lan diyordum, böyle şeyler cidden filmlerde olur. Otobüslerde görülen çocuklarla kavuşulmaz, onlar evrenin derinliklerinde kaybolur gider, sen bilmiyor musun bunu? 

Farklı denizlere baktığımız günler geçti. Ve bir nisan sabahı, onu gördüm. Çok ilgilendiğim, bazen konuşmayıp sadece omzuna hafifçe vurduğum kalbimin, daha önce bu kadar sesli kırıldığını, bu kadar parçaya ayrıldığını görmedim. O kırıkları yerden aldım, ama o kırılma sesi kulaklarımda kaldı. Dedim böyle şeylerle yaşanmaz. Bir yazı yazdım. Okumadı. O yazı, bakakaldığım yazılardan biri olarak kaldı. Onu sessizce buraya bırakıp, gitmek istiyorum.

***
Uzun zamandır yazmadığım için belki kafan rahattır. Ama uzun zamandır yazmadığım için kafam hiç rahat değil. Bu iki cümleye bakarak, tek harfin neler değiştirdiğini gözlemleyebiliriz.

Nasılsın diye sormuyorum, çünkü nasılsın sorusuna bir cevap alamayacağım çok açık. Her zaman kendimi anlattım, çünkü sen hiçbir zaman kendini anlatmadın. İnsanları koku hafızamız sayesinde unutmayız, hiç kokunu duymadığım için seni nasıl unutamadım, bilmiyorum. Aslında koku dahil, seni bana hatırlatan hiçbir şey elimde yokken, daha niye bunları yazıyorum ki? Ama yazıyorum, ama yazmak zorundayım, yazmazsam çıldıracağım, ve her an ölebilirim. Hep bunun korkusuyla yaşıyorum.
 
Elimde seni bana hatırlatacak hiçbir şey yok. Yani seni hayatım boyunca beş dakika görmem ve adını bir yıldır içime içime sayıklamak dışında. Onun dışında gördüğüm rüyalar var, yarım aklımın bana oynadığı oyunlar var. Zaten sana bunları aylar sonra yazışımın sebebi, senin kırmızı bir tişört giydiğin bir başka rüya. Sol ayağının kırık olduğu bir rüya. Umarım sol ayağın iyidir. 

Seni iki defa rüyamda gördüm. İlk rüyamda minicik ve turuncu bir araba penceresinden çıkmayı başarıyordum, ve bunun karşılığında tanrı bana zamanı ileri geri alabilme gibi bir özellik veriyordu. Bense bu özelliğimi rüya boyunca seni otobüste gördüğüm ilk güne geri dönerek harcıyordum. Son rüyamda ise ayağını kırdın işte. Beraber salatalık yedik ama salatalıklar pokemon topları gibiydi. Pokemon'u ve salatalığı çok severim. Sanırım seni de çok seviyorum. 

Her gün, sana duyduğum bu sevgiyi yapay gördüğünü düşünüyorum. Sonuçta sen çok yakışıklı, -ben sana hep güzel diyorum.- bir insansın ve ah kimbilir kaç kız. Bu dediklerim çok saçma ama silmeyeceğim. Sana aşık olurken kafamda koca bir şapka vardı, ve Bandista çalıyordu. Hiçbir kız o koca şapkayı takmaz, taksa da benim gibi takmazdı. Hadi diyelim taktı, kimse gülümsemene öylece şaşırmazdı. Hayır aslında kızlar şaşırırdı. Biz kızlar güzel gülüşlere şaşırırız. Ama bir noktadan itibaren ben dışındaki kızlar, kafalarından o şapkayı çıkarır. Etkilenir, ama bu sadece bir muhabbet konusu olarak kalır. Ben dışındaki kızlar, unuturlar. Ama onlar dışındaki ben,
ne kafamdaki şapkayı çıkardım, ne de seni unuttum. Çünkü ben de biz kızlar gibi bir gülüşten hoşlanıyordum, ama ben çok az biz kızlar gibi, bir gülüşün devamını, öncesini merak ediyordum. Bu da benim lanetim Egemen. Mimikler. 

İnsanların bana dedikleri, genelde bunun sevgi değil de, bir çeşit saplantı olduğu. Halbuki çok saçma. Hiçbir saplantı Yann Tiersen dinleyip dinleyip, it gibi ne bok olduğu belli olmayan şeyler içip, durma göğe bakalım diyen şiirler okutup, böyle şeyler yazdıracak kadar köklü değildir çünkü. Çünkü biliyorum. Çünkü benim de saplantılarım var. Daha fazla uyumak için dün geceden her şeyi ayarlamam saplantıdır; çayı, çay bardağına dokunamayacak kadar sıcak içmem saplantıdır. Seni istemem değil. Seni, sadece sana sarılmak için istemem değil. Kimselere anlatamam normal, ama Egemen; şurda iki kişiyiz. Ben burdayım, sana konuşuyorum, sen neden anlamıyorsun?

Hiçbir şey yapmak zorunda değilsin. Yani, ben üzülüyorum. Bir yıl boyunca bir hayata sığamayacak kadar çok üzüldüm. Bazen bunu kaldıramayıp, kafamda yeni insanlar yarattım ve bu üzüntüyü başka insanların sırtına yükledim. Ama bu senin suçun değildi. Hiç kayda değer bir şey yaşamadık. Hiçbir şey yaşamadık. Üzüntümü sigara dumanı kovalayan bir çocuk gibi kovman için elinde hiçbir şey yoktu. Buraya kadar her şey normal. Ama, ben? Yani bunu büyük bir içtenlikle soruyorum. Ben niye üzülüyorum? Benim de suçum yok, senin de suçun yok, hiç tanışmadık, ben aşığım, sen değilsin. Bunlar nefes almak gibi normal şeyler. Peki, ben niye bu kadar acı çekiyorum. Sanırım şimdiye kadar döktüğüm gözyaşlarıyla, bir karanfili çok rahat sulayabilirdik, ve bu pek nefes almak kadar normal gözükmüyor. 

Kendim için daha anlamlı hale getirmeye çalışıyorum. Seni gördüğüm ilk zamanlar. Her şey yolundaydı, ama hiçbir şey yolunda değildi. Sürekli uyumak istiyordum, sürekli uyuyordum. Yıllarca kalbimi kıran babamda yaşıyordum. Babamla sarılmıyordum, annemi özlüyordum. Kalbim atmak dışında ya kırılıyor, ya özlüyordu. Eskiden sevdiğim adam, aptalın birine gözlerimin önünde aşık oluyordu. Bense bu yüzden kendimi aptal gibi hissediyordum. Çünkü kız güzelken, benim kafamda o şapka vardı ve dışarıdan her şey ne kadar basit görünüyordu. Aptal olan bendim, sürekli uyuduğu için her şeye geç kalan, beyni küflenen bendim. İnci gibi dişleri olan oydu. Mutsuzdum işte. Ailemin dibinde ailemi hissedemiyordum. Dinlediğim şeyleri duymuyordum. Sonra sen geldin. Ya da ben gördüm. Bir şekilde artık benim için sen vardın. Vardın ve bu, beni yerden kaldırman demekti. Bu sokakta çok oynamış, karnı aç bir çocuğun ağzına salçalı ekmek tıkman demekti. Bu algıda seçiciliğimi kahretmen demekti. Bu seni aylarca biraz daha fazla görebilmek için takip etmem demekti. Bu kaybettiğim her şeyi, geri kazanmak demekti.

İşte aslında sana yazdıklarımın anlaşılır olacağı tek nokta bu. Sen, beni yerden kaldırdın. Sen kanamış dizlerimi iyileştirdin, ağzıma bir salçalı ekmek tıktın, ve hayatına devam ettin. Belki bunun farkında değildin bile. Ama bu oldu. Bu saniyenin milyonda birinde oldu belki, ama oldu. Bir yıl geçti Egemen. İnsan hayatı için önemli bir zaman. İnsan bu esnada çektiği acıları unutabilir, yediği şeyleri unutabilir, aldığı hazları unutabilir. Her şeyi yıkabilir, ya da olmayan bir şeyi yaratabilir. Ama ben unutmadım. Ne dizlerimin acısını, ne ağzıma tıktığın ekmeği, ne de dizlerimin acısının geçişinin mutluluğunu. Çünkü ben o kızlar gibi değildim. Çünkü ben o insanlar gibi değildim. Çünkü ben unutamazdım. İşte şimdi, çünkü bunları yazıyorum Egemen. Çünkü bendeki yerin öyle garip, öyle narin, öyle dokunulmaz ki. Bir salçalı ekmeğin getirebileceği en güzel nokta. Hatta bir salçalı ekmeğin bizi getirebileceği en güzel Arabistan.

Seni son defa aradığımda çok heyecanlıydım. Çünkü Django'ya gidiyordum. Çünkü benim artık çok da kısa sayılamayacak hayatımın, ve hayatıma bakılırsa çok kısa sayılabilecek son bir yılımın, en önemli olayıydı. Hayatımda sinemada izleyeceğim ilk Tarantino filmi.  Seans onda başlıyordu, bu benim gecenin birinde dışarıda kalmam demekti. Biraz korkutucuydu, biraz da özgürlük kokuyordu. O anı seninle paylaşmak istedim. Çünkü paylaşabilecek başka hiçbir şeyim yoktu. Ama açmadın. Sonra senden gerçekten vazgeçmeye karar verdim. Ben dışındaki kızlar, ben dışındaki insanlar böyle bir şey için vazgeçmezdi. Zaten böyle bir şey için de savaşmazlardı. Ama o an ben, biz kızlar, biz insanlar olmaya karar verdim. Ucundan da olsa. Seni bunun için unutmaya çalıştım. Ta ki, dün gördüğüm rüyaya kadar. 

Bir rüya bana, bunları yazdırabilir. Bir rüya, bunları sana yollatabilir. Bu tıpkı, bir salçalı ekmeğin, sana hala aşık olmamı sağlaması gibi bir şey. Bu tıpkı bizden ziyade, beni, dünyanın en güzel Arabistanı'na  
getiren şey. 

Ben burdayım. Dünyanın en güzel Arabistanı'nda. Arada üzülüyorum. Beni buraya sen bıraktın, ama gelmiyorsun. Ben burdayım. Hep seni bekliyorum. Seni sevmekten başka bir şey yapamıyorum. Umarım sol ayağın iyidir. Çünkü sol ayağında bir babet vardı, ve yanımdaki kızın dediğine göre o babeti giyen insanların ayağı, üç gün içinde iyileşir. 

Ayakkabılarını kapımın önünde görmeyi istiyorum. Elimde senin için bir salçalı ekmek var. Ve gelişinin her saniyesini aklıma kazımak için, hep kapının önünde bekliyor olacağım.

Gece gece lime lime ettiğim beyin adlı.

Benim için bir iPod'a sahip olmanın en güzel yanı, nasılsa boş yer var düşüncesiyle habire şarkı atmaktır. Yer açma kaygısı taşımadığım için hiçbir şarkıya içten içe, bir gün seninle ayrılacağız demem. Ve hayvansı bir mutlulukla attığım şarkıları belki bir hafta sonra unuturum. 

Bu alet üç yıldır elimde. 

Üç koca yıl. Üç koca yıl, kocaman bir iPod elinizdeyse, ve iPod hiç silmediğiniz şarkılarla doluysa, yüzleşilmesi gereken üç koca yıl anlamına gelir. Normal bir üç koca yıl olmaktan çıkar.

Bugün, öylesine, uzun zamandır dokunmadığım şarkılara bakmak istedim. Sonra, Teoman'ın en sevdiğim şarkısıyla karşılaştım, Kıskançlık. 

-Zaman makineme atlayıp, kendimi altı yıl öncesine atıyorum.-

Altı yıl önce. Uzun saçın bana hiç yakışmadığını düşündüğüm halde, saçlarımın çok uzun olduğu yıllar. Ocak ayı, ve çok hastayım. Yıl içerisinde bir defa hasta olmak, çok hasta olmak, ama bir defa hasta olmak annemden geçmiş bir özellik. Ve çok hastayım. Uzun saçlarım yastığa yayılmış, yastığın ucunda mp3 çalarım var. Ev o kadar sessiz ki, beni hasta eden şeyin sessizlik olduğunu düşünüyorum. Bir şeyler dinlemeliyim, diyorum ve karşıma bu şarkı çıkıyor. Şarkının nasıl bu mp3 çaların içine girdiğini bilmiyorum. Ama öyle güzel ki. Çünkü hastayım, ve yine hastalık derecesinde, çok zeki bir adamı seviyorum. Elimde değil, hiçbir zaman elimde olmamış zaten. Dinliyorum. Saatlerce dinliyorum. İyileşiyorum, dinliyorum. Yine hastalanıncaya kadar, durmadan, dinliyorum. Sonra unutuyorum. 

-Zaman makinemde sigara içe içe bugüne geri dönüyorum.-

Yıllar sonra dinlediğimde, düşündüm. Hayatım boyunca hiç anlam veremediğim, hiç sevmediğim bir duygu oldu benim için kıskançlık. Tüm insanların hissettiği, ama benim inatla hissetmediğimi söylediğim bir duygu. 

Ben kıskanmam. Çocukluğumdan beri. Çünkü kıskanmamak için öyle manevralar yapar, öyle denklemler kurarım ki bir süre sonra, düşündüğümde ağzım yüzüm seğirir. 
Düşüneyim mesela. 

Kıskanç olmamı gerektirecek ilk durum, kreşte tanıdığım bir kızdı. Kemanı vardı ve kızı annesiyle babası almaya gelirdi. Öğretmenim onu çok severdi. 
Kemanım yoktu, müzik aletleri söz konusu olunca, dünyanın en yeteneksiz çocuğuydum. Hiçbir zaman annemle babam almaya gelmedi beni, beni servis eve bırakırdı. Öğretmenim beni pek sevmezdi; çünkü uyuma saatlerinde gündüzleri uyuyamadığım için ağlardım.
Tüm bunlara bakılınca sanki Tanrı bana, HADİ KIZIM, KISKAN! diyordu. Ama ben kıskanmıyordum. 

Çünkü dört yaşındaki ben keman denen şeyden hoşlanmamıştı, keman dört yaşındaki bene göre cırtlak sesler çıkaran ve insanın boynunu ağrıtan saçma sapan bir şeydi.
-Bunun üstüne bir çizik at.-

Annemle babam beni almaya gelmiyor olabilirdi, ama dört yaşındaki ben İstanbul'da yaşıyordu. Genelde serviste cam kenarında oturuyordu, eve gitmek için büyük bir köprünün üstünden geçiyordu, ve bunları tek başına yapıyordu. Dört yaşındaki bene göre bunun adı özgürlüktü. -On dokuz yaşındaki ben, hala böyle düşünüyor.-
-Bunun da üstüne bir çizik at.-

Öğretmenim beni sevmezdi. Bu dört yaşındaki benin umrunda olmayan bir şeydi. Çünkü dört yaşındaki benin annesi öğretmendi, ve dört yaşındaki ben biliyordu işte, annesi onu çok seviyordu. Bir öğretmen gibi, bir anne gibi, bir arkadaş gibi. Dört yaşındaki ben bu sevgiye hayret ediyordu, ve bu sevginin kendisine hayatı boyunca yeteceğine inanıyordu. Varsın öğretmen o kızı sevsindi, belki de o sevgi, o kızın ihtiyacıydı. 
-Çizik.-

Zaman geçti. Zaman geçtikçe kıskanmamı gerektirecek durumlar çıktı ortaya. Artık çok güzel kızlar vardı ortalıkta. Ya da abinin hayret ettirecek zekası. Ama her şey için bir şeyim vardı amına koyayım. Bazen hala bunlara nasıl kafa yormuşum la dedirten şeyler. Hala garibime gidiyor. 

Mesela güzel kızlar için şöyle derdim kendime, yazabiliyorum. Onlar saçlarını savura savura etrafta gezerken, ben oturup, akıl almaz derecede güzel olan bir kadını yazabilirdim. Bunun için gözlerimi kapatmam yeterli olurdu, gözlerimi kapatır ve yazardım. Bu esnada onlar saçlarıyla uğraşırdı, gözlerine benim bir şeyler çizerken kullandığım o kalemlerden sürerdi. Ama ben yazardım. Çünkü benim için önemli olan, nedense güzel olmak değildi. Benim derdim güzel bir kadını kafamda yaratıp onu yazabilmekti. Neden, hala bilmiyorum. 

Abimin hayret ettirecek zekası ise, çok basit çözülebilecek bir problemdi benim için. Bir süre düşündükten sonra kendi kendime, hala anlam veremediğim birtakım hesaplar yaptım, bir şeyler yazdım, not aldım. En sonunda bizi oluşturan şeylerin çok farklı olduğunu fark ettim. Evet, o kalem kıpırdatmadan problem çözüyordu, ama ben de orta okulda optimal kelimesinin anlamını biliyordum. Böyle saçma sapan bir sürü şey düşünün. Denklem çözmek gibiydi, karşıya atıp birbirini götürmesini sağlamak gibi. Ama acayip derecede işe yarıyordu, işe yarıyordu, çünkü bugüne kadar gelmiştim. 

Kıskançlığın aslında kendini yaldır yaldır belli edeceği an, bir ilişkiydi. Üç yıl önce sevdiğim adamı düşündüm. Hiç kıskanmamıştım. Çünkü, içimden gelmiyordu. Bunun bugün bile bir açıklaması yok benim için. Resmen içimden gelmiyordu, kıskanmayı gereksiz buluyordum. Çünkü ilişkide kıskanmak bambaşka bir şekle bürünmüştü. Eğer o zamanlar bana kıskançlık nedir, diye sorsalar; karşı tarafa güvenmediğini belirten aptalca, aciz bir tepki derdim. Ben kıskanmıyordum, çünkü güveniyordum; o kıskanmıyordu, çünkü aylar sonra söylediğine göre beni zaten sevmiyordu. Anlaşılan herkes için kıskançlığın tanımı başkaydı. Benim tanımıma göre, kıskanmadığım için onun mutlu olması gerekiyordu, onun tanımına göre kalbim uğraşsa, kendini bu kadar kıramazdı.

Şimdi düşünüyorum, hala kıskançlık tam anlamıyla hissettiğim bir şey değil benim için. Hala hissetmemek için deli gibi kaçtığım duygu. Hala sevdiğim ve muhtemelen hiçbir zaman hayatımın kesişmeyeceği bir adamı başka bir kadın seviyorsa, onun aklını sakin sakin, usulca çeliyorum. Çok sevdiğim bir şarkıyı yoran bir insana oyalanması için başka bir şarkı veriyorum, o esnada yorulmuş şarkıyı alıp sessizce cebime koyuyorum. Bu neden böyle, hala bilmiyorum. Hala köşe bucak kaçıyorum. 

Tüm bu kafa karışıklığına rağmen, Teoman'ın en sevdiğim şarkısı Kıskançlık. İliklerime kadar hissetmeden, bu şarkıyı anlayamayacağım belki. Bu şarkı belki hiç anlamadığımız halde ağız suyu akıta akıta dinlediğimiz İtalyanca şiirler gibi olacak. 

Ama "Sen ilacımsın susuz yuttuğum / Bir türlü gitmeyen ne yapsam da, boğazımdan." diyen bir şarkıya nasıl kayıtsız kalabilirim.

Rüya

Hayatımın en saçma, en parça parça rüyalarından birini gördüm ve rüya günlüğümü evde unuttuğum için buraya yazmak zorundayım. Bu arada hepinize günaydın, lütfen ben yokmuşum gibi hayatınıza devam edin ben hemen şunu yazıp çıkacağım asdfsgdhfjgk.

-chapter 1-

Rüyamda Antalya'dayım ve çok heyecanlıyım. Çünkü o gün Galatasaray maçı var ve sanırım sezonun ilk maçı. Çünkü içimde tam olarak, Allahımsezonunilkmaçı heyecanı var. Maçtan önce bir şeyler yemek için evden çıkıyorum ve her zaman yediğim büfeye doğru yol alırken, Muslera'yı yolda yürürken görüyorum. Formasıyla yürüyor, ama arkasında forma numarası yazmıyor. Kendi kendime, la koş takip et!, diyorum. Sonra bir an duraksayıp, ama maç var, diyorum ve sonra, amaan diyerek takip etmeye başlıyorum. Bu esnada Muslera ilk on birde ise neden maçta değil de Antalya'da diye sormuyorum. Ya da neden forma numarası yazmıyor? Ya da adam neden forma numarasının yazmadığı formayla Antalya'da geziyor? Hadi diyelim tamam bunların hepsi kabul edilir, Antalya'ya geldi de niye Meltem'de yürüyor?

Çünkü rüyada, günlük hayatta da olduğu gibi malım.

Uzun bir süre yürüdükten sonra Muslera hiç sevmediğim bir büfeye oturuyor. O an her şeyden geçerek lap diye karşısına oturuyorum. Önce gözlerini kısarak, sonra açarak bana bakıyor. Sonra bir saniye gülümsüyor ve ardından ben hiç orada değilmişim gibi hayatına devam ediyor. Büfenin sahiplerine gidip sarılıyor. Ben de o esnada yemeğimi söylüyorum, yemek geliyor. Her şeyi kabullenmiş, yemeğimi yerken, iyi bok yedin maç kaçtı, diye sinirleniyorum kendi kendime. Sonra elimde dürüm, koşa koşa maçın ikinci yarısını seyretmek için hep gittiğim büfeye koşuyorum. O esnada YEKTAAA GOL ATMA YEKTAAAA BENİ BEKLE YEKTAAA diye bağırıyorum.

-chapter 2-

Rüyamda lisedeyim. Lisenin üçüncü senesini geçirdiğimiz, bol güneş alan sınıfta. Biyoloji dersi işliyoruz. Sıraya bir şeyler karalarken birden kendime, lan amk biz eşit ağırlık öğrencisiyiz bu biyoloji nerden çıktı?, diyorum. O esnada ders bitiyor. Herkes ayaklanırken, herkesin içinden tekrar numarasız formasıyla Muslera'yı görüyorum. Eldivenlerini giymiş sınıftan çıkıyor. Sınıftan çıkarken kafasını kapının tepesindeki cama çarpıyor. Cam kan oluyor, sonra lise arkadaşımla kapının altına geliyoruz. Bana, geçen bir rüya gördüm, diyor. Ben de sinirli bir şekilde, yine bakire kanıyla ilgili rüya mı gördün la dangalak, diyorum. Hayvan gibi gülmeye başlıyor. Onu ve hayvan gibi gülüşünü bırakıp tekrar içeri giriyorum. Lisedeyken de pek sevmediğim  bir sınıf arkadaşım, Büşra başkan olsun, o sınıfa benden daha çok değer veriyor, herkesin numarasını biliyor, diyor. La siz salak mısınız amına koyayım ne bileyim ben sınıfın numarasını ben kendi numaramı anca öğrendim diyorum. Kız bana bakıp 349 ;););) diyor. Nedense kızın ağzına iki tane patlatmak istiyorum, ama o esnada üniversiteden bir arkadaşımı görüyorum. Sonra ANAA BEN ÜNİVERSİTEYİ KAZANDIM LA DOĞRU BENİM LİSEDE NE İŞİM VAR AMK. diyorum. Kendimi garip hissederek sırama oturuyorum. O esnada blog sayesinde tanıdığım çok tatlı bir hatunla, Bilge'yle konuşmaya başlıyoruz. Direnişten bahsediyoruz. Ankara'yı anlatıyor. Ben Denizli'deydim, diyorum. Bize polis şiddet uygulamadı. Ama biz hep öksürüyorduk, gözlerimiz yanıyordu, sanırım o an kalbimiz sizin yanınızda direniyordu, diyorum. Yüzüme bakıp, bak lan çok acayip bir site keşfettim diyor, ve birden bütün duvar dangalak bir ergen kızın tumblr sayfası oluyor. Ve bütün sınıf okumaya başlıyoruz.

Dayımın TÜH LA SOĞUK ÇAYI DOLDURMUŞUM demesine uyanıyorum.
İyi günler.

Maxi Kids acayip işsizmiş.

Yazmak istiyorum aslında ama yazasım gelmiyor. Yazacak bir şeyim yok ama kendime yazması için ısrar ettim.

2. anne evinden kovulma olimpiyatları bu sene yine nefes kesici. Bu sefer bu olimpiyatları başlatan efsane hareketimiz, garip anamın kafama dolu bir okul çantasını fırlatmasıydı. Sonra oyuncaklarımla Muslera atkımı alıp evi terk ettim. Babamın evine gelince bu akıl almaz derecede lazım olan iki eşyaya bakıp kendime küfrettim. Sanırım yarın eve geri döneceğim. Çünkü bilgisayarımı almadım, çünkü yazmaya başladığım kitabı özlüyorum. Kitap haline gelen şeyi de internetin beş dakikalığına kesilmesi sonucu yazmaya başlamıştım.

Sınırsız internet çok acayip bir şey. Günlerdir manyak gibi, sezon sezon dizi indiriyorum. Sonra bazı insanların hayatını dikizliyorum. Bazılarını baya kıskanıyorum. Ne yapayım lan. Yani bazılarınız çılgınlar gibi üniversite hayatı yaşıyor, çılgınlar gibi tatil yapıyor, çılgınlar gibi yurt dışına çıkıyor. Mesela biriniz Chicago'ya giderse, o birinizin üstüne poke topu gibi atacağım kendimi. Olm çok ayıp ama kıskanıyorum. Bok gibi param olsa ben size gününüzü gösterirdim. Ama bok gibi param yok ve bunları yazdığıma göre sizin bok gibi paranız var. İyi amk gezin, ama Chicago'ya gidecekseniz iki defa düşünün...

Günlerdir küçüklüğümde kazandığım bir cd'yi dinliyorum. Sanırım cd'nin adı Maxi Kids. İçinde böyle çocukların zıplayabileceği, at koşturabileceği şarkılar var. Cd'nin ikinci şarkısı Mambo No. 5 adlı deli dehşet eğlenceli bir şarkı. Bilmeyen arkadaşlar Televole izlemişlerse şarkıyı çok rahat hatırlayacaklardır. Televole çalışanlarının hepsine ıslak atletle dalmak istiyorum.

Hayatta başımıza gelen birtakım saçmalıkları basiret bağlanması olarak açıklayabilmemiz çok rahatlatıcı bir şey. Basireti bağlanan insanları çok seviyorum. Basireti bağlanan ve Star Trek'e gereken önemi veren bir erkekle evlenebilirim. Muslera'yla da evlenebilirim, Star Trek seviyorsa neden olmasın.

                                         
                                            İnci capsleri yüzünden bir gün can vereceğim...

Açık Mektup

Sayın Devlet, ya da bunu kim okuyacaksa;

İyi akşamlar. Neden sizinle konuşmak istediğimi bilmiyorum, aslında biliyorum, galiba artık vicdanım dayanmıyor ve size anlatmak zorundayım. Bu küçük siteden beni nasıl duyacaksınız bilmiyorum, ama insan duymak istediği zaman duyuyor işte. En büyük kanıtı baş belanız Twitter mesela, biliyorsunuz. 

Öncelikle kendimi tanıtmak istiyorum. Ama biraz korkuyorum da. O yüzden adım B., soyadım U. olsun. 19 yaşındayım. Gazetecilik öğrencisiyim. Emekli bir astsubayın ve hala çalışan bir sınıf öğretmeninin kızıyım. Özellikle belirtmek istiyorum ki, birkaç hafta öncesine kadar apolitiktim ve dünyanın daha iyi bir yer olmasını sağlayabilecek tek şey, benim için All You Need İs Love adlı bir şarkıydı.

Söylediğim gibi, ben bir astsubayın kızıyım. Bu nedenle çocukluğum boyunca gezdim. İstanbul'dan Urfa'ya, Ankara'dan Denizli'ye. Birçok okul değiştirdim, birçok sıraya oturdum, haliyle birçok sıra arkadaşım oldu. Çok mahalle de değiştirdim, bunların sonucunda futbol oynadığım çok mahalle arkadaşım da oldu. İnanın, hiçbiri benzer değildi. Bana göre çok esmer olan, bana göre farklı konuşan, bana göre farklı ibadet eden bir sürü insan tanıdım. Ve bunu üzülerek, üzülmenizi isteyerek söylüyorum ki, siz farklı olduğumuzu söyleyene kadar, ben farklı olduğumuzu bilmiyordum. 

Tekrar söylüyorum, ben bir astsubayın kızıyım. Asker evladı olmak zordur. Eminim ki polis evladı olmak da öyle. Devleti, halkı korumak adına yetiştirdiğiniz insanlar, yakınlarının canını deli gibi yakan insanlar aynı zamanda. Siz bunu hiç görmüyorsunuz. Görüyorsunuz, ama üstünde hiç durmuyorsunuz belki de. Size tavsiye vermem ne kadar doğru bilmiyorum ama; görün. Görüyorsanız da üstünde durun.

Asker evladı olmak zor dedim. Devam etmek istiyorum. Babam bana devleti her zaman çok sevmem, çok ama çok sevmem, hayattaki her şeyden çok sevmem gerektiğini söyledi bana. Ne yalan söyleyeyim, çocuktum ve devleti hayattaki her şeyden çok sevecek kadar ciddi olmadım hiçbir zaman. (Yıllar sonra bunun ciddiyetle alakası olmadığını anladım. Sanırım o zamanlarda da olduğu gibi, vicdan sahibiydim. Bunun için sevmedim devleti.) Ve babam bana her zaman Atatürk'ü koşulsuz sevmem gerektiğini söyledi.

Koşulsuz kelimesi hep korkuttu beni. Neden koşulsuz diye sordum hep kendime. O hayat bilgisi derslerinde falan hep düşündüm bunu. Yıllar sonra, tarihin sadece tarih derslerinde anlatılan şey olduğuna inanmaktan vazgeçtim. Ve araştırmaya başladım. Karşıma bir Ermeni soykırımı çıktı, bir Dersim Katliamı çıktı. Bana bunları sorgulama hakkı vermediler lisede. Sabiha Gökçen'i kendi imkanlarımla tanıyıp sevmedim ben. Atatürk'e kendi kendime "Neden?" diye o zaman sordum. Zamanında yaşlı/çocuk/masum herkesi, herkesi öldürüp, göçe zorlarken; "Dersim'e Medeniyet Geldi!" başlıkları atan gazeteler yıllar sonra ağlattı beni. Etrafımdaki insanlar o esnada, tarih kitaplarınızda yazdığınız şanlı tarihe, şanlı savaşlara ağlıyordu.

Etrafımdaki insanlar tarafından hep yargılandım. Mesela Hrant Dink'i çok severim. Ve onu delik ayakkabılarıyla, üstüne bir gazete serilmişken tanıdım. Canım Hrant Dink'in dediklerini anlayamayacak  kadar küçükken okudum bütün yazılarını. Gazeteciliği kazandığım zaman Hrant Dink gibi gazeteci olacağımı düşünüp gülümsedim mesela kendi kendime. Ama yıllar sonra bu duygularımdan bahsettiğim zaman birisi bana dedi ki: "Sen öyle o adamın yazdığı her şeye inanma!" İşte Sayın Devlet; siz bu insanı sevdiniz, siz bütün yolları bu insana göre açtınız, siz beni, benim gibi bir sürü kişiyi sevmediniz, yargılanmasına izin verdiniz. Neden?

Bakın, ben hayatım boyunca, kendimi başka insanların yerine koymaktan vazgeçmedim. Vazgeçmeyeceğim de. Her zaman canı yanan insanlara yardım etmek istedim, onları anlamaya çalıştım. Doğuda canı yanan, unutulan bir çocuğun yerine koymaktan kendimi, hiçbir zaman çekinmedim. Kendimi bir travestinin, bir eşcinselin, bir biseksüelin yerine koymaktan utanmadım. Zaten bu benim için hiçbir zaman utanılacak bir şey olmadı. Daha sizin unuttuğunuz, sizin utandığınız, sizin unutmak istediğiniz birçok insanın yerine koydum kendimi hayatım boyunca. Şimdi size sinirle, gözyaşıyla sormak istediğim şey şu: Bu insanlar size ne yaptı? Siz ne hakla bu insanları sevmiyorsunuz?

Benim gibi düşünen birçok insan birkaç hafta önce çıktı ortaya. Nasıl mutlu oldum bilemezsiniz. Onları bulduğum, onları kazandığım için mutluluktan ağladım; sonra polisinizin şiddetinden dolayı onları kaybetmekten korktuğum için ağladım. Ve kaybettim de. Ethem'i kaybettim, Abdullah'ı kaybettim, Mehmet'i kaybettim, Zeynep'i kaybettim. Bunun için de ağladım. Hepimiz ağladık. Şundan emin olun, döktüğümüz tek bir gözyaşının bile hesabını veremeyeceksiniz.

Lice için bir arkadaşımın yorumu şu oldu mesela: "Devlet teröristin üstüne TOMA salamıyor işte." Terörist dediği insanlar, çocuklarını, kardeşlerini, eşlerini, ailelerini kaybetmek istemeyen insanlardı. Karakol istemeyen insanlar. Sanırım arkadaşım üstüne havan topu düşmesi sonucu ölen, 15 yaşındaki Ceylan'ı terörist bellemişti. Sanırım arkadaşım tam anlamıyla devlet tarafından "Unutulan" insanları terörist bellemişti. Tıpkı sizin gibi. Bu nasıl can yakıcı bir şey, bilemezsiniz.

Şimdi demek istediklerimi toplamak istiyorum. Benim gözümde siz katildiniz, katilsiniz ve her zaman katil kalacaksınız. Hiçbir zaman babamın bana söylediği gibi, sizi her şeyden çok sevmeyeceğim. İnsanlar unutabilir, insanlar hiç bilmemiş olabilir; ama hiçbir zaman katlettiğiniz, göçe zorladığınız, tecavüze uğramasına sessiz kaldığınız, sokak ortasında öylece öldürülmesine izin verdiğiniz insanları unutmayacağım, onları hep, hep seveceğim. Apolitik bir insanım dedim, yazımdan da anlıyorsunuzdur belki, ama artık apolitik olmayacağım. Gazeteci olacağımı söylemiştim, olursam eğer hiçbir zaman hükümetin köpeği olmayacağım, devletin yüceliğinden(?) bahsetmeyeceğim. Sizin hiçbir zaman yapmadığınız şeyi yapacağım, sevgiye, sevilmeye ihtiyacı olan herkesi seveceğim. Hayatım boyunca. Belki sizin sürekli söylediğiniz kadar yüce değilim, köklü değilim, güçlü değilim. Ama sevmeyi biliyorum. George Harrison da demiş; I may appear to be imperfect; my love is something you can't reject. The Beatles'ı çok sevdiğimi söylemiş miydim?

Beni sevmeyin, beni korumayın. Ben kimsenin askeri değilim, ben aşağılama hakkı bulduğunuz mezheplerin mensubu değilim, ben cinsel tercihini sorgularken kalbini kırdığınız o insanlardan da değilim. Ben sadece insanım ve kalbimdeki sevgiden başka güvenecek, sığınacak hiçbir şeyim yok. Hakkınızdaki her şey canımı yakıyor. Ve hala The Beatles'ı çok seviyorum. 



Bir gün sevebilmeniz ümidiyle. 


Ah Turgut

Tanıştırayım, soyadım Uyar. Ben zaten Turgut Uyar'ı tanıdığımdan beri memnunum, ama siz de memnun olun istiyorum. Aslında memnun olup olmamanız umrumda değil. Aslında ben de memnum değilim pek. Çünkü Uyar olmuşum bir kere, her şey yolunda, ama Tomris olamıyorum. Ailem de zamanında adımı Aybala koymadığı için her şey üstüme üstüme geliyor. 

Her zamanki gecelerden birinde elim Göğe Bakma Durağı'na gitti. Kapağı yeşil olan bir kitabı sevmemem imkansız. Kaldı ki kitap Göğe Bakma Durağı. Kitabı açıp- aslında uzatmak istemiyorum. Size şu şiir kurma çalışmasını bırakıp, usulca gitmek istiyorum. Çünkü yirmi yaşında, sevilmek ne demek bilmiyorsanız, hayat bazen sizi çat! diye kırıveriyor. Çift olmanın nasıl bir şey olduğunu bilmemeniz sonucu öyle bir tek kişilik hayata adıyorsunuz ki kendinizi, sonra bir bakıyorsunuz, baya baya üç kişilik genişlikte bir tekil hayatınız var. Gelgelelim, hasta hasta Pokemon izlerken sarılacağınız bir koku, bir hırka, bir ses yok. Bilmiyorum.

Bütün hayatımı Tomris'e imrenerek geçirdim. Turgut için bir Uyar olmuşum, her şey yolundaymış, ama Tomris olamıyorum.
Affet beni Turgut.

seni sonsuz biçiminde buldum o biçimi almıştın
sandviçlerle, kötü şehirle, terle başbaşa kalmıştın

yürüdü üstüne herkesin neonu, herkesin babaannesi
herkesin en eski olan kökü, en eski hanesi

yeşili bozup suya çevirdin, akşamı sonsuz uzattın
ne buldunsa o akşama uygun, ne buldunsa ona kattın

perdeler uzundu, rüzgar kısa, masalar üç bacaklı
masalar dört bacaklı, rüzgarlar uzun, perdeleri kısalttın

sen bir atmacanın en uzun çığlığısın her tür gökte
göğü büyüttün, otobüsleri aldın, şehirleri ufalttın

yıkılan bir kedi bir süre olarak doldurur sesini
seversin bir kanaryanın sesinden çok kendisini

denizi ve ormanı, açlığı ve başkaldırmayı ayırmadın
bırakılmış bir köşebaşının en güzel tanımıdır adın

seversin diye söylerim her şeyi, sana uygun olsun
çünkü her şeyin birbirine uygununu sen bulursun

gel ellerini ver en güzel ellerini öyle
ruhum, ateş yüreğim, kokum, birlikte öyle

Haydi çocuklar

Merhaba bebeler.
Koca bir yıl geçti, benim için lig bitti, geçen cuma okul bitti, ve bu hafta eve dönüyorum. Böyle olunca geride bıraktığım bir yılı düşünerek yazı yazmaya, bütün yılı tekrar yaşamaya, ve üniversiteye bu sene başlayacak panpalara şimdiden tavsiyeler vermeye karar verdim.

  • Ailenizden uzak bir yerde okumaya çalışın. Ailenizi ne kadar çok severseniz sevin, artık seniuzaktansevmek zamanlarına geldiniz. Ama eğer İstanbul ya da Ankara gibi efsane şehirlerde, ailenizle birlikte yaşıyorsanız; bilmiyorum amk. Ne bok yerseniz yiyin ama mutlu olacağınız bir yere kapağı atın. 
  • Denizi olan bir şehirde okumaya çalışın, çünkü sahilde içmesi, sahilde arkadaşlarınız dans ederken, körkütük sarhoş halde arkadaşlarınızdan kaçıp tekelde vodka alırken yakalanması çok eğlenceli bir olay. 
  • Eviniz yoksa üzülmeyin. Eviniz varsa çok sevinin. Eğer yurtta kalırsanız, yakın zamanda kavuşacağınız evinizin hayaliyle kendinizi avutun. Eğer yakın zamanda kavuşacağınız bir ev yoksa, siz yine yakın zamanda kavuşacağınız bir eviniz varmış gibi davranın. 
  • Hemen sigaraya başlamayın. Başladıysanız çok abartmayın. Açıkça boku yediyseniz, hemen bir kaçakçı bulun ya da sigaranızı sarın. Sigara sarmak, ya da kapı önünde sigara içmek inanılmaz saçma arkadaşlıkların temelidir, unutmayın. Mesela şu an sınıfta accayyip sevdiğim bir arkadaşım var, ikimiz de sigara içiyoruz, ve ikimiz de nasıl tanıştığımızı bilmiyoruz. GİBİ. 
  • Eğer yurtta kalıyorsanız, kendinizi mutlu etmek için saçma sapan, inanılmaz derecede gereksiz şeyler alın. Mesela alt ranzada yatıyorsanız benim gibi tepenize bir Galatasaray bayrağı asıp, zaten göt kadar olan yatış alanınızı iyice küçültebilir, gece sinir krizleri geçirebilirsiniz. Ama Galatasaray'a değer...
  • Sınıf arkadaşlarınızla çabuk kaynaşın. Tamam, asosyal olabilirsiniz. AMA SAKIN BİR AY BOYUNCA YURTTAN ÇIKMAMAK GİBİ DANGALAKÇA BİR ŞEY YAPMAYIN. Çünkü ben bunu yaptım çocuklar. Bunu yaptım ve bir ay sonunda ciddi ciddi yürüyemiyordum...
  • Devamsızlığınızı birden harcamayın. Yoksa benim gibi üç ay boyunca gıkınızı bile çıkarmadan okula gitmek zorunda kalırsınız, ve bu pek hoş bir şey değil...
  • Saçma sapan bahislere girin. Bunun sonucunda şaşırtıcı gelişmeler yaşanabilir. Mesela ben bütün sınıf, eski lise arkadaşlarım, annem, ve yeni arkadaşlarımın arkadaşlarıyla Muslera ile beş yıl içinde evlenme bahsine girdim ve şu an hafif bir göt korkusu eşliğinde İspanyolca ve İtalyanca öğreniyorum. Çünkü şu yavru kekliğe sanırım değer; 

  • Futbol seven bir insansanız, hiç maç kaçırmayın. Sınıf arkadaşlarınız bu konuda zaten yeterince istekli olacaktır. Şampiyonluklarda hemen meydana inin, ne bileyim; boynunuza bayrak bağlayın, holigan şapkası alın. Maçlarda sevdiğiniz futbolcu çıkınca kikirdeyin. BÖYLELİKLE MEKANI İŞLETEN AMCA SİZİ MUSLERA'NIN MANİTASI OLARAK AKLINA KAZIR. Bu arada, rica ediyorum, Muslera'ya sulanmayın. Bakın, iki aydır dil öğreneceğim diye çektiğim acının haddi hesabı yok...
  • Eve döndüğünüz zamanlarda, hemen aile büyüklerini ziyaret edin. Ne kadar aile büyüğü, o kadar para.
  • Çok yakın arkadaşlarınız başka şehirlerde okuyorsa, mutlaka onların yanına gidin. Mesela ben yılbaşında İstanbul'a panpalarımın yanına gittim ve en son on ikide Kadıköy'deki kutlamalara balkondan İNSAN UYUYOR LAN BURDA İNSAN AŞAĞIYA İNERSEM HEPİNİZİ GEBERTİRİM diye bağırdım. Çünkü bok varmış gibi çok içmiştim ve cidden bok varmış. ÇÜNKÜ ÇOK EĞLENCELİYDİ. 
  • Mutlaka dizi arşivi yapın. Yurtta kalan arkadaşlar için How I Met Your Mother çok faydalı olabilir. Dexter iyidir, ama sürekli izlenemez. Ama başladığınızda da bırakamazsınız. O yüzden final ya da vize zamanlarında Dexter ya da Game of Thrones gibi efsanelerden uzak durun. 
  • Kendinize film gecesi yapın. Star Wars deneyin. Star Wars 4-5-6 izlediğiniz bir geceden sonra uyuyacağınız o uyku, hayatınızın en bilimli kurgulu rüyalarına ev sahipliği yapacak. 
  • Sabahları okula gitmek istemediğiniz, ama gitmek zorunda olduğunuz günler için yolda yürürken çok mutlu olacağım şarkı listesi yapın. İşe accayyip derecede yarayacaktır. 
  • Mutlu olun. Efsanesiniz, güzelsiniz, yakışıklısınız, ve cidden dışarıdaki hayat çok güzel. Değerini bilin. Hepinizin gözlerinden öpüyorum. 
  • PS: Eğer Antalya'yı kazanırsanız, İletişim Fakültesinde beni bulun. Size Koyu Siyah'ta bira ısmarlayacağım. SONRA IŞIKLARA GİDERİZ DİMİ LAN :')