space

space
Bugüne kadar, burada Ahmet Kaya'ya duyduğum inanılmaz sevgiden kimseye bahsetmedim. Bahsetmek de istemedim. Çünkü istesem de bahsedemeyeceğimi biliyordum işte. Çünkü. Neyse. Hala bahsedebileceğimi sanmıyorum.
Sadece bazen, gözlerimi tavana kitleyip dinliyorum. Gözümden on üç tane yaş dökülüyor. Benim için Türkiye'nin iki kalbi varsa; biri Ahmet Kaya, diğeri Oğuz Atay.

Ahmet Kaya - Büyüdün Bebeğim.
Bazı sabah kahvaltıları














Bazı alt ranzalar














Ve bazı Koyu siyahlar, ve arkadaşlarla içilen biralar


















ÇOK GÜZEL.


tomorrow morning.
Hiçbir şey hissedememe olimpiyatları olsa ülkeyi bırak, bütün dünyanın gururu olabilirdim. Olmadım. Olmadığım için de buraya geldim ve bunları yazmaya başladım. Yer yer rahatsız eden bir his, umarım anlıyorsunuzdur. Aslında burda kaç kişi olduğunuzu da bilmiyorum. Kendi kendime yazıyorum işte. Ne diyorduk? Hissedememek, evet. Zor bir durum, aslında üzücü de. İnsan hissedemezse neden yaşar ki? Bilmiyorum. Hayatta ne kadar yer kapladığımı düşünüyorum, düşünüyordum ve hep diyordum ki, hissediyorsam varımdır; hissettiğimi bir şeye dökmeye üşeniyorsam, normalimdir. Artık öyle olmuyor. Artık emek emek uzattığım saçlarımı yanlışlıkla, bir çakmak aleviyle yakınca, kestirmek zorunda kalınca bir şey hissetmiyorum. İnsanlar durup dururken, hiç dinlemezken bana içten bir şekilde gerizekalı / aptal dediği zaman; yumruklarımı sıkamıyorum, dişlerimin gıcırtısını beynimde de duyamıyorum. Sigara falan içiyorum. Gidip geliyorum. Yoruluyorum ama yorulduğumu hissetme konusunda da ciddi problemler yaşıyorum. Kafamı yastığa koyduğum anda yorgunluktan ölecek gibi oluyorum. Yorgunluğumun kulaklarımdan aktığını düşünüyorum ve çok korkunç. -Kulağımdan yorgunluk kelimeleri çıksa, kelimeler yere dökülse. Uzay çöplüğü gibi.- Halbuki yattığımda mutlaka konuşurum. Konuşmazsam ölürüm sanıyordum. Hissetmezsem yer kaplamam. Öyle olmuyormuş. Hissedemiyorum, ve burdayım. Kendimle ilgili hiçbir şeyi çözemedim. Çok uyudum. Hiçbir yere kıpırdamadan habire kaçtım. Kaçmadım mı. Bahaneler uydurdum. Kulaklarımdan, ağzımdan bahane kelimeleri çıktı. Hiçbirini alıp çöpe atmadım. Hiçbir şey yapmadım. Kusmuğumda boğulur gibi oldum, ama boğulmadım. Hakan Günday'ı sevemedim, acemi buldum. Hiçbir şeyi sevmedim. Uyudum. Hissizleştim. Hep aynı şekilde uyumaktan, o ninelerin dediği karabasanlardan gördüm. Kabuslar gördüm. Kabuslarımda ben bir dalgıçtım. Yangına su götürürlerken, yanlışlıkla beni de alıyorlardı. Beni ateşe atıyorlardı. Ama düşerken hissediyordum. Nefreti hissediyordum. O an, düşerken her şeyden, herkesten nefret ediyordum. Uyandığımda ise, sadece nefretimden korkmuş bir halde yatakta kalakalıyordum. Geçmiyordu değil mi? Geçmiyordu tabi ve tabii. Ben burdayım. Duruyorum ve aslında kaçıyorum. Yazarken siliyorum. Hatırlarken, hemen kendimi hatırladığımı unutmaya hazırlıyorum. Baktığınız her şeyde ben varım, ama hemen kaçıyorum.
Ama, burdayım. Ve kendimden kaçamıyorum.

Nouvelle Vague - Escape Myself

Günlük gibi

buraya yazmayalı baya zaman olmuş gibi. yine hep yaptığım gibi, bu uzun süre esnasında ne yaptığımı düşündüm. cevabım yine kocaman bir hiçti ama neyse lan. en azından bu süre zarfında birini hala sevebileceğimi fark ettim. -gözlerimden de utandım. neyse.-

artık dağınık yazmaya başladım. tıpkı dolabım, saçlarım, kafam, kalemlerim. GİBİ. neyse. okula gidip gelmek gayet eğlenceli geliyor, onun dışında pek sosyal olduğum söylenemez. her tarafın yeşil olmasına ve bir yerlerde gizli saklı karanfillerin durmasına şaşırıyorum, ama bir şeyler sürekli içime ılık ılık akıyor. halimden de memnunum. gayet garip şeyler öğreniyorum. sarhoş insanların hayatlarını bu kadar pürüzsüz bir şekilde anlatmalarını mesela, yeni öğrendim / fark ettim. birini sevmenin her zaman da can acıtmayacağını gördüm / fark ettim. ama yine usul usul bekleyeceğimi anladığım an tadım biraz kaçtı. hayat. WHAT CAN I DO?

derdimin şehirlerle olmadığını anladım. sorun mutsuzluğun beni evi olarak benimsemesi olabilir. bundan emin değilim. ya da eminim. -"hem hiç şüphem yok, hem de hiç emin değilim." / Feyyaz Yiğit.- kendime gereksiz şeyleri adam gibi itiraf etmeye başladım. aman. bir şeyler oluyor işte. dediğim gibi, dağınık. yazdıklarıma sığamıyordum diyordum, şimdi görüyorum ki halim içler acısı. 

bir şeyler yazmaya çalışıyorum. oluyor gibi. ama bazen olmuyor da. kendime olan güvenimi bir yerlerden bulup çıkarırsam, belki yazdıklarımı burada paylaşırım. zamanında Haydar'ı yazmıştım. Haydar öyle kaldı, zaten hayallerimizdeki yakışıklı çocuk da olmayacaktı. 

her şeyden ziyade, bugün gözlerimden utandım, ama utanmadım da. insanların gözlerinin içine bakmayı yeni öğrendim, ve bu çok güzel bir duygu. yani en azından, en azından da değil, doğru insanların gözüne bakınca güzel bir duygu. ne diyorduk? birinin gözlerinin en içine dakikalarca baktım ve kafamdan geçen şeyleri gözlerime yansıtmaya çalıştım.

senin ne biçim gözlerin var lan saydam, dedi. 

başıma bir silah dayayıp beynimin parçalarıyla bir duvar resmi yapsaydın, dedim. 

sonra aklımdan geçen tek şey, bazı sigaraların ne kadar çabuk bittiği oldu. 


Ne diyeceğimi bilemedim

" ...ve artık onun için hepsinden önemli olan benden adımdan adımın güzelliğinden bahsederdi Günseli Günseli seli seli Selim Selim derdi gülerdik evet içinden gelen bir çoşkunlukla gülerdi güldürmek için beni neler yapmazdı aşk sanat okulunun birinci sınıfında bir öğrenciyim bana kafamdaki bütün güzellikleri birleştirmek için bildiğim bütün güzellikleri seninle yaşayabilmek için neler verdiğini bilsen derdi bunu başarabilecek miyim bütün okuduklarımı düşündüklerimi hissettiklerimi anlatmalıyım onların senin gözündeki yansımalarını bilmeliyim hayır hepsini yeni baştan okumalıyım düşünmeliyim senden önce ve senden sonra bütün bunlar ne ifade etmiş ne ifade ediyor bilmeliyim hayır yalnız senden sonra seninle neler oluyor onu bilmeliyim hayır hiçbir şey bilmemeliyim bilmek kelimesini sözlükten çıkarmalıyım satırların arasına sıkışıp aşka kapalı kaldığım devirlerde kaçırdığım güzellikleri yakalamalıyım evet kendime hesap sormalıyım evet geçmişte tek başına güzelliğini hissedemediğim hayır hissettiğimi bilmediğim hayır belki bildiğim fakat ifade edemediğim bütün yaşantımın içindeki birikimleri seninle senin güzelliğinle birleştirmeliyim evet onların da bir hikmeti vardı onlar da senin dışında yaşanmış değildi her şeyin birden bire bir anlam kazanmasının büyüsünü sezmeliyim Allahım ne kadar çok işim var ben gidiyorum müsaadenizle sizi sevmek için eve gidiyorum..."

Oğuz Atay, benim için; elimin öylesine çevirdiği bir sayfada kalıp saatlerce ağlamak demekti. Bazen de mutlu olmak için taze taze demlediğin sıcacık çayın buz kesmesi.
Zaten ben monologdan yanayım, sevgisiz acımaya karşıyım, inşallah bu arada hangi bardak kimindi, unuturum.


Hayatımın bir parçası Oğuz Atay'da kaldı. 

İsmail'e

kirli işler çevirmeye başladım.
hala belimde çember çeviremiyorken
dua edin ayağımda çember çevirebiliyorum derken
buna neden dua ettiğinizi anlamadım.
zaten ne diyeceğimi de unutmuştum.

annem aradı, ceviz silkeceğim, gelme dedi.
adam nedir dedim içimden derken
dedim lan bu emre aydın nerden çıktı.
dua edin emre aydın sevmiyorum
al işte.

annem neden ceviz silkeceğim gelme dedi.
saçlarım ceviz rengiymiş annem öyle söyledi.
ben de anneme dedim ki ana gel saçlarımı kestirelim boyayalım
öyle derkene derkene ismail'i özledim.

ismail çok acayip çocuk
ismail bilkentte okuyor ama iyi çocuk
ismaile dedim ki gel ismail bu ayrılık bitsin,
ismail bana bekle beni zeynep demedi.
çünkü ben ismail'e bekle beni zeynep dedim.

ama sorun şu ki,
ne ismail zeynep'ti
ne ben ismail'dim.
ismail bilkentte okuyordu, benim dersim bir buçukta başlıyordu.

maşallah kardeşimdi, yakı10 hany xD'di.

:((((

İyi geceler ve şu an acaba kaç kişi sevişiyordur diye düşünmüyorum.

Antalya'ya geldiğimden beri günlük tutuyorum. Geçen gün günlüğü okuduğumda fark ettim ki, sigarayla ciddi problemlerim var. İnsan her günün sonunda sigarayı bırakıyorum yazıp öbür gün pişkin pişkin iki paket sigara alıp dolabına deptiğini niye yazar lan.
HAYAT BU KADAR BASİT Mİ?

Sonra şu üç hafta içerisinde teslim ettiğim writingleri elime aldım. Bir tanesinde ailemi tanıtmışım. Babamı tanıttığım bölüme de "I think my real dad is Turgut Uyar." yazmışım.
AİLE DEĞERLERİ BU KADAR GÜÇSÜZ MÜ?

Ne bileyim lan. Günlüğün her sayfasında Egemen'den bahsetmem, başıma gelen her anlamsız şeyden Egemen'i sorumlu tutmam. Mesela geçen gün emek emek elimde yıkadığım tişörtü tam serecekken LAP diye yere düşürdüm. Sonra ULAAN EGEMEEN diye isyan ettim.
PEKİ EGEMEN GERÇEKTEN HER ŞEYİN SORUMLUSU MU?
-EVET!-

Neyse lan. Günler böyle gebeş gebeş geçiyor. Bilgisayarım yok. Cuma günlerini yurtta geçirmemek gibi bir huy edindim. Tek derdim evi olan arkadaşlarımın evinde çay içmek, internetlerini ağzımın suyu aka aka kullanmak. Arada da evim şahane :)) programını izliyorum. Adamlar çok saçma. Herkes saçma lan. Oysa ben ne kadar anlamlı bir insanım. Hayat beni çok yoruyor. Sigaradan başım ağrıdı. Yarın sigarayı bırakacağım. Günlüğüm yok bari buraya yazayım. Hem sigaraya vereceğim parayla Chicago'ya giderim. Kanal D hala geceleri Kobra Takibi'ni yayınlıyor ve şimdi onu izlemeyi planlıyorum.
BİZ NİYE BÖYLE OLDUK NURAN?

*İyi uykular Türkiye!*

E.

Şimdi kafanızı hafifçe geriye yaslayın. Sakin olun, çok sakin. Sanki şu an, Willy Wonka'nın nane aromalı çimenlerle kaplı çikolata şelalesi diyarına girdiniz, ve bir Augustus Gloop değilsiniz. Ve eğer bir sigaranız varsa, yakmayın.

Tyler Durden der ki; birini sevmek için, bir nedene ihtiyaç yoktur. Birini sevmeniz için, sevmeniz yeterlidir.  


İşte E., tam bu noktada devreye girer. E. E.'yi sevmeniz için, E.'yi sevmeniz yeterlidir.  


E., ay gibidir. Ama ay gibi de değildir. E., ölmüş bir gezegen değildir. Ona sürekli göktaşları çarpmaz, gündüzleri çok sıcak; geceleri çok soğuk olmaz. E. yazları güzel tişörtlerin üstüne ince hırkalar; kışları ise güzel kabanlar giyip, güzel şapkalar takabileceğiniz bir iklimdir. Ay bütün dünyayı, E. ise bütün dünyanızı aydınlatır. 


E.'nin ellerinin güzel olduğunu düşünmeniz için, illa ki E.'nin ellerini görmeniz gerekmez. Çünkü bilirsiniz ki, E.'nin elleri güzeldir. Sesi ise dünyanın en mekanik sesidir. E.'nin mekanik sesi aklınıza StarWars'ı getirir. Ama bilirsiniz. StarWars ve E. ayrı kulvarların güzelidir; ama siz hep E.'yi seçersiniz. 


-E., İngilizcedeki erkeğe güzel diyemeyiz, yakışıklı diyebiliriz; çünkü güzel erkek olmaz cümlesini çürüten nadir kişilerden biridir. Çünkü E. güzeldir. Hep güzeldir. Aksini düşünmek kalp kırıcı olur.-


E.'yi hiçbir zaman hayallerinizde şehvetle yatağa atamazsınız. Ya da insanı şaşırtacak kadar güzel olan o tenini öperek morartamazsınız. E. eğer hayallerinize girdiyse, onun ellerini tutar ve bir çaycıya götürürsünüz. Hava bu hayallerde her daim soğuk olur; çünkü E.'nin ellerinin soğuması gerekir. E. çay içer, ellerini bardağa sarar, çaya üfler ve çaydan bir yudum alır. O anlarda çay işçileri gözyaşları içinde birbirine sarılır, ve işi E.'nin üşüyeceği diğer bir güne kadar bırakır. 


E.'yi seversiniz, E. sizi sevmez. Ay hala parlaktır, parlak ve E.'ye rağmen hala güzel. 


E.'yi seversiniz, E. sizi sevmez. Bir sigara yakar ve Ay'a bakarsınız. Ama bazı şeyler hiç geçmez. 



Niye böyle olduk Nuran?

Hayatım çok garip lan. Mesela hamam böceğini öldürmek için odada elimde terlikle deli danalar gibi koşturuyorum. Mesela yemek sırasına koşarken kimseye çaktırmadan düşüyorum. Bok varmış gibi her tarafa HOFF SİGARA İÇMEYİN YHA :S:S yazan salak fakültenin etrafında koşturuyorum. Altı yüz liralık kitap borcuna giriyorum. Günde ON DÖRT SAAT uyuyorum. Ayaklarımı klimaya uzatıyorum. Üst geçitte ne zaman denizi görsem SENİ YENİCE MANTALYEAA diye bağırıyorum. Rüyalarımda hep Zeynep'i ve babasını; akıl almaz derece güzel yemekler yerken görüyorum.
Hayatım çok garip de değil, ama çok normal de değil. -En azından birden ona kadar aksanlı saymayı öğrendim.-
HOFF AEO :S:S

Din karşlerim

Merhaba çok sevgili din kardeşlerim.
Fotoğrafta göremiyor olduğunuz çok sevgili din kardeşiniz, şu fotoğrafı çekerken Antalya'ya doğru yol alıyordu. Cadde ışığına varış anını doğru hesaplayamadığı için böyle mal bir fotoğraf olmuştu. Belki de fotoğrafın mallığı, fotoğrafı çeken/ fotoğrafı çeki- ÖF BE AMAAN.


Çok sevgili din kardeşiniz bu anlamsız çalışmadan sonra içine sıçtığı telefonunu eline alıp, One Direction arşivine daldı. Çünkü çok sevgili din kardeşiniz, siz görmeyeli One Direction için tüm dünyayı karşısına alıyor, yıllar önce The Beatles'ı ilk dinlediği günlerdeki gibi; One Direction kliplerini açıp mutluluktan ağlıyordu. Hatta çok sevgili din kardeşiniz, RÜYASINDA HARRY'DEN HAMİLE BİLE KALMIŞTI.


Sonra din kardeşiniz uyudu, uyudu, uyudu. Uyandığında sabah olmuştu. Hemen bir bardak su içti; ve ardından her yolculuk yapan yunivörsitili din kardeşi gibi koltukların arkasındaki televizyondan fotoğrafını çekti...


Çok sevgili din kardeşiniz Antalya'ya ayak bastığı anda, görgüsüz Akdeniz Üniversitesi'nin ŞEHRİMİZE HOŞGELDİNİZ :)))))))))))))))))))))) afişleriyle karşı karşıya geldi. Ama üniversitesi görgüsüzse, o daha da
görgüsüzdü. O yüzden bu karşiniz NE KADAR ARAKLANABİLECEK ŞEY VARSA ÜNİVERSİTEDEN ARAKLADI...

Kayıt ıvır zıvır sıralarında olayları hiç belgeleyemedim çünkü o an kampüsün ebesinin amı kadar geniş olmasına, iletişim fakültesinin karşısında OKULUN STADYUMUNUN OLMASINA?!, havanın anlamsız sıcaklığına, Kaleiçi'ne gideceğim diye bindiğim Kalekapısı dolmuşuna ölesiye küfür ediyordum. Neyse ki üniversite çok güzeldi ve acayip derecede yeşildi. Öğrenciler ağaçların altında uyuyordu ve bazı öğrenciler karton sigara almayı düşünüyorsak, indirim yapabileceklerini söylüyordu. KARTON SİGARADA İNDİRİM DEDİKLERİ ANDA ÜNİVERSİTEYİ ÇOK SEVMİŞTİM.

Sonrasında uyuya uyuya eve geldim. EVE GELİR GELMEZ D&R'A KOŞTUM.

But I need that one thing...
Hoşçakalın çok sevgili din kardeşlerim.

YANACAKSINIZ!


Şunu izleyip izleyip resmen random gülüyorum. Feyyaz'a zamanında gönderdiğim birkaç mail ve çizim ise hala gözlerimde yaş yapıyor. Ah Feyyaz, neden cevap vermedin Feyyaz... Oturur, bi sigara yakar, ağzımızı yaya yaya Time is on my Side'ı söylerdik Feyyaz...

Disney Chanel'da pis işler!




Adımız Cafer, boyumuz ve kilomuz hakkında konuşmaktan hoşlanmıyoruz. 

-PhotoScape'den öteye gidebildiğimiz günler de gelecek......-

Keşke okumasanız

-Başta özür dileyecektim. Sonra saçma olduğuna karar verdim. Sonuçta burayı zamanında sadece hayatımı az az yazmak için açmıştım. Sonra açıklar yarık oldu, içim döküldü, falan. Neyse. Beş ay boyunca heyecandan/geleceğin ne olacağını kestiremememden dolayı aşırı dengesiz çarpan kalbimi artık düzeltmem gerek. Sana bunu yazıp hayatıma devam edecek cesareti içimde bulamadığım için de kendime üzülmem gerek. Ama boşverelim. Özür dilerim. Yine bir yere varamadım. -

-Bilge'ye.-
Ben Hikmet'im. -Aynı zamanda Hikmet'e aşığım.- Benlerim, ve içimin üst katında oturan bir albayım var. Alt katta da bir sigara tüttürdüğüm bir Nurhayat Hanım'ım. Sen bir Bilge'sin. Elimizde bunlar varken, tek istediğim seninle karanlık bir sokakta yürümekti. Sana, "koluma girer misin lütfen?" demekti. Hemen koluma girip başını omzuma koymandı. Eğilip -uzanıp- saçlarından öpmekti. Ve sonra seni öpmek. Verdiğin tepkileri unutmamak. Ben. Senin için bu hikayenin -kendi oyunumun- bir Hikmet'i olmak istedim. Bir Bilge ol istedim. Kahve koymaya gittiğin zaman "Beni yalnız bırakma dedim. Bıraktı. Ne bilsin?" diye mırıldanmak istedim. Olmadı. Beni sevmek zorunda değildin. Kimse senden böyle bir ricada bulunmadı. Ben de seni sevmek zorunda değildim, ama bir Hikmet olmuştum işte. -Benlerimin olmasının bir sebebi vardı.- Ben hep sana I found my love you'yu çalmak için bekledim. -Yüzümde en utangaç Hikmet gülüşleri olacaktı. Şimdi en yorgun Hikmet'in, en yorgun gülüşleri var. Ben bir Hikmet'tim işte, ama sana bir mektup yazacak kadar, kendimi öldürecek kadar da Hikmet değildim. Ben bir Hikmet değildim. Ama ne yapalım, seni bir Hikmet'in, bir Bilge'yi sevmesi gibi seviyordum. -Sen bir Bilge değilken üstelik.- Neyse. Hiçbir şey dileyecek gücüm yok. Senden bir şeyler isteyecek kadar da kalp çarpıntılarıyla dolup taşmıyorum artık. Benim kalbim sana karşı ne kadar ritimsiz atıyorsa, senin kalbin bana inadına kalpsizlik yapıyordu. Bir şey dileyecek gücüm yok dedim, ama illa ki bir şey dilemem gerekirse; bana kalpsizdin. Umarım sadece, bana kalpsizdin.

keşke çok az güçlü olsam.

THE OSCAR GOES TO!!1!!


Tuttuğum nefes boşa gitmese bari diyerek, listenin sonundaki sanatsal sıçışlarıma hayretlenerek yatağıma gidiyorum. Ben nefes tutayım, siz iki dua eksik etmeyin. DUAYI HANGİ ŞEHİR İÇİN EDECEĞİNİZİ UMARIM BİLİYORSUNUZDUR :))

Yunivörsiti beni baştan yoruyorsun.

Merhaba abilerim ablalarım. Bu elimde görmüş olduğunuz derdim, lakin elimde bir şey yok. 

ODAMIN KAPISINA TERCİH LİSTESİ SİKİLİR TABELASI ASACAĞIM. 
Çünkü çok sinirliyim. Çünkü kararsız ruh halimi sikmek istiyorum. Çünkü bu sabah, "Ktü mü yazsam la. Hem ben yeşillik severim :))" dedim. Bir saniyede kafamdan geçen şeyler beni yoruyor. -Ankara mı yazsamkolej'deevtutarımKızılay'a yürürüm falanamaİstanbulyaİstanbul'agidersemkızlarlamodadaeveçıkarımamaizmiremigitsemOF.- gibi. İçim çok sıkkın. 
Yazacak bir şeyim yok. Dua edin bebeler, dua edin de Ankara'ya falan takılmadan İstanbul'a gelelim, Galata'ya gidip iki duble rakı içelim. 

Hoş çakalın. 

Satie yine ciğerlerimi tıkıyordu.

anlamsız bir şeylerden bahsetmek istiyorum. sonuçların açıklandığı gün annemin ağlaya ağlaya "büşra, lütfen eşyalarını topla ve abinle yanıma gel." demesinden. kocaman sırt çantama bütün kitaplarımı tıkmamdan. hiç beklemediğim sonucuma sevinemeden hakkı'nın sinirden/üzüntüden dolayı dolmuş gözleriyle karşılaşmamdan. yolda hiçbir şey demeden yürümemizden. babamın arayıp, "senin o abin hiçbir şey olamaz, sonun başlangıcında o!" demesinden. sanki sen bir şey olabildin mi diyemememden. "ben ona güveniyorum." dediğim zaman ufacık bir aşağılama sesi duymamdan. sinirden parmaklarımın titremesinden, ama hakkı daha fazla üzülmesin diye bir şey belli etmemeye çalışmamdan. annemin gözyaşlarından. babamın defalarca hakkı'nın üstüne yürümesinden. benden zaten bütün ümitlerin kesilmiş olmasından. annemin sevgi gözyaşlarından. annemin nefret gözyaşlarından. annemin mucize isteme gözyaşlarından. hakkı'nın elimdengeleniyapmıştımoysa göz dolmalarından. hissizliğimden. aslında düşündüğümde, bugüne kadar hep üç kişilik bir aile olmuşluğumuzdan. babam bizi neden bu kadar kırmışlığından. bir gün gerçekten bir teşekkür konuşması yapmam gerekirse, o konuşmanın içinde bir baba olmayacak olması beni üzmeyecek miden. keşke bir babam olmasaydıdan. keşke çok uzaklara koşabilsemden. keşke kırdığı her kalp için babamı kendi içimde öldürebilsemden. 

keşke tüm bunlar olurken, evde bir sigara içebilsemden.
"Gerçekten kötüyüm albayım. Üstelik kötü oyunlar yazıyorum. ALBAY (Başını öne eğer.): Facia! (Daha iyisi olabilirdi albayım.) BİLGE: Seni anlıyorum Hikmet, diyebilirdi. HİKMET: Seni seviyorum Bilge, diyebilseydi."

ulan ne güldürememişim ya

Merhaba. Geçenlerde gayet gereksiz bir iş yaparak blogumu baştan sona okudum. Bir yerden sonra da içimin karardığını fark ettim. Sonra blogun ismine baktım, ulannegulduk. Yani. Bu yaptığım ayıp lan. Bir allağan kulu da uyarmıyor. Neyse. 

Bu postumda hayatımın garip kesitlerine yer vereceğim.

Mesela annem fotoğraf makinesini bana hediye etti. 


Mesela yıllar önce Heygirl'den çıkan bandanamı buldum.


Mesela gecelerimi, Dean Winchester kapımı tel tokayla açıp gelsin diye uyumayarak geçirdim.


Mesela abim anneme, "anne çektiklerini göstersene" derken annem; "SİZ BENİM NELER ÇEKTİĞİMİ NERDEN BİLECEKSİNİZ!11!1!!" diyerek odasına kapandı, yarım saat sonra gülmesi hala geçmemiş bir şekilde odaya geri döndü. 

Mesela parmağımdaki siyah ojeleri kitapçıda hamamböceği sanıp, EEEEE BURDA BÖCEK VAR EEEEEE diyerek ellerimi savurdum. -Sonra görevliler gelmeden jetime atlayıp uzaklaştım.-

Mesela abimin doğumgünü için 2 saat paintte şöyle bir şey yapmaya çalıştım.

-ve abim "hoff bunu sen yapmamışsındır gibi bir tepki verdi...-

Bu esnalarda İstanbul'a gittim. Galata'ya gitmek için yola çıktım. Ebesinin amı kadar yokuş indikten sonra Galata'nın gözlerinin içine baka baka, ŞU KODUĞUMUN KULESİ NERDE YA! gibi bir tepki verdim. -Hepsi fazla yokuş inmektendi çocuklar. Fazla yokuş çıksaydım sanırım, NERDE BU KODUĞUMUN İSTANBUL'U diye bir tepki verecektim. 

İstanbul'dan İzmir'e geçerken hava bulutluydu. Feribotta sigara içerken en yakın arkadaşımı, "Bak burası karadeniz o yüzden su böyle civa gibi" diye kekledim. Bilmiyorum. 

Neyse bebeler. Acayip sıcak yazımı böyle geçiriyor, acayip salak yazımı böyle bitiriyorum. Burdan evrene de mesaj göndermek istiyorum: NERDE BU KODUĞUMUN ÇAKMAĞI!!1!

yani.

nereden başlayacağımı bilemeyerek yazıyorum. yazdıkça parmaklarım gevşemiyor. yazdıkça gelmiyor, durmuyor, geçmiyor. yazdıkça istediğim şey dışında, her şey geçiyor. zamanın geçmesini isterken bir bakıyorum elinin üstündeki iğrenç yanık geçivermiş. kulağımdaki yara geçsin isterken bir bakıyorsum ayağının altından bir wizard king geçmiş. -ama içimden geçememiş.- çoğu zaman insanlar hayattan net olarak istediğim şeyleri saçma bulurlar. halbuki hayattan istediklerim gayet nettir. ne kadar sevsem de all my loving'ten uzak olan her yer, yağmurlu günlerde bir adet araba ve riders on the storm, her tarafından acı fışkıran aşk hayatımdan ziyade hayatımın o bölümlerini saklamasını istediğim bir norah jones şarkısı. bir daha hiç kimseyi sevmeyeceğim diye hıçkıra hıçkıra ağlayalı haftalar oldu. ah kulağım! diyeceğime ah kalbim! diyeli günler, ne varsa aşkta yok diyeli saatler. ama bu kimin umrunda. en azından benim niye umrumda. sırtımda yine bir çanta var. yine gidebilirim. keşke çılgın bir bilim adamı olsaydım. tiftik tiftik saçlarım olsaydı. ve zamandan kaçma makinem. dünyayı ele geçirip, avucuma sığdıramasaydım. dünyayı, ve hayvanları insanların elinden kurtarsaydım. çok büyük ayaklarım olsaydı ya da, bütün insanların kıçına kocaman bir tekme atıp hepsini uzaya yollasaydım. uzay çöpleri insanlara saldırsaydı. bütün insanlar gittikten sonra bir baksaydım ki arkamda bir pelerin. uçsaydım. plütona gitseydim. küçücük bir dünyam olsaydı. sevecek kimsem olmasaydı. sevecek kimsem olmasaydı. kimsem olmasaydı.
aradan uzun zaman geçmiş. en son hatırladığımda sabahın dördünde havaalanına gidiyordum. etrafım çok kalabalıktı ve sırtımda yükler vardı. -bu sefer psikolojik de değildi üstelik.- hep hayalimdeki gibi. kaçıyordum, ve bir allahın kulu da nereye demiyordu. hem ilk defa uçağa biniyordum. cam kenarında değildim ama olsundu, en azından yol kenarında değildim.
küçükken istanbul'da yaşamıştık yaklaşık iki yıl kadar. ama ben yine hatırlamıyordum. yıllar sonra tekrar istanbul'a geldiğimde, defolup gitmek istemiştim. her yer binaydı. -ama her yer.- gerçekten sıkılıyordum ki bir eve geldik. uyudum. bunu seviyordum. hem istediğim zaman ağaç da bulabilirdim. yine kaçıyordum, ve bir allahın kulu da nereye demiyordu.
sonra çıktık dışarı. nedense ilk adım attığım yeri çok sevdim. anneme nişantaşı'nı çok sevdim dedim. şaşırdı. düşünecek pek vaktim yoktu ama neden nişantaşını çok sevdiğimi düşünecek çok vaktim oldu. bir cevap bulamadım. zaten o esnada her şey tekrar hızlı akıvermişti ve ben kendimi yine yatağımda bulmuştum.
birkaç gün böyle geçti. sürekli erken kalkıyor, hep bir şeylere yetişmeye çalışıyorduk. ben sürekli yokuşlara, ve sigara içmenin yasak olduğu deniz otobüslerine küfür ediyordum. gördüğüm her kitapçıdan paramı döke döke çıkıyor ve hep uyumak istiyordum. biraz da tanrıyla konuşmak. ama etraf çok kalabalık oluyordu. ve ben içimden konuşmayı pek sevemiyordum. içimde konuşunca yankı yapıyordu.
gerçekten yorulduğumu hissettiğim bir gün istanbul'dan gittik. ankara'dan giderken çok ağlardım, ama istanbul'dan giderken nişantaşı'nı düşündüm. ister istemez gülümsedim. -hala bir cevabım yok.- zaman yine çok hızlı akıyordu. hem bu sefer cam kenarında/yol kenarındaydım.
bir süre sonra bir eve geldik. ev, denizden sadece on beş adım uzaktaydı. bu sefer iki kaçış yolum vardı. uyku ve deniz. deniz dalgalıydı, yataklar da küçüktü. ama ben yaşayıp gidiyordum işte. arada beynime uyarılar gönderiyordum. beynim uyarılmayacak gibi olduğu zaman hemen kendimi denize atıp, içe itiyordum. çok derinlere. sonra yavaşça ayaklarımı sudan dışarı çıkarıyordum. nedense bu çok hoşuma gidiyordu. sonra denizin içinde üşüyüp birden sıçrıyordum. eve gelince de kulaklarımdaki suyu çıkarmak için sıçrıyordum. bir süre hep böyle sıçrayarak geçti, ve ben artık yalnızlığımı özlemeye başlamıştım. 
birkaç gün yine böyle geçti. bir gece yarısı evime varmış buldum kendimi. içeri girdiğimde ev tozluydu. elmalar o kadar çoktu ki hiçbir yere sığmamıştı. çamaşırlar birikmişti. hayat burda devam etmişti. yıllar sonra yine kendimi bir yere ait hissetmemiştim.
ve evin her parçası, niye gitmiyorsun diye gözlerimin içine bakıyordu.

çünkü, I can't escape myself diyemiyordum.

Babama mektup

Merhaba baba. Ya da iyi geceler. Şu an benden yaklaşık on üç adım uzakta olan odanda, kambur bir şekilde uyuyorsun. Sırt ağrılarında mücadele ediyorsun biraz da. Hissediyorum. Birbirimize çok zor durumlar hariç, on adımdan fazla yaklaştığımız görülmüyor; ama ben hissediyorum. 

Nasılsın? Ben iyiyim. İyi olmaya çalışıyorum. -Bu kesik iyiyim cümlelerinden birkaç tane daha düşün.- Sen nasılsın? Sırtın hala ağrıyor mu? Hala annemin yazdığı mektupları saklıyor musun? Hala askeriyenin sana verdiği o son tabancayı, çocuğunun uzanamayacağı bir yerde mi muhafaza ediyorsun? -Hala kendini yüksek bir yerlere koyarak, beni kendinden muhafaza ediyor musun?-

Tüm bu sorular baba, tüm bu sorular beni kemiriyor. On sekiz yaşındayım. Aşık olmam gerekirdi. Bana bakmayan, beni sevmeyen yakışıklı oğlan çocuklarını düşünüp tedirgin olmam gerekirdi. Tırnaklarımı kemirmemem gerekirdi. Bu evin içinde, yalnız kalmamak için değil de; biraz olsun yalnız kalabilmek için yırtınmam gerekirdi. Kızlar gecesi yapmam, çok içmem, kusmam gerekirdi. Bunların hiçbirini yapmıyorum baba. Burdayım, tam burda. On sekiz yaşındayım. Tırnaklarımı kemiriyorum. Böcek girmesin, aklıma o günler gelmesin diye hiçbir kapıyı açamıyorum. On sekiz yaşındayım baba, ve ben hala sana bakıp; bu kadar büyük bir göbeğin varken neden sarılamıyoruz diye düşünüyorum. İçim içimi yiyor baba, doyuramıyoruz. 

Oturduğumuz koltuklar çökmüş. Seninkisi televizyonun hemen karşısında, benimkisi ise senin koltuğuna altı adım uzaklıkta. Evde üzerinden geçtiğimiz halılarda ayak izlerimiz yer yapmış. Yolumuz halıların üstünde bile kesişmiyor baba. Elin hiç elime dokunmuyor. Elin, hiç ellerime hadi kızım demiyor. Bir daha başaramazsan eğer, ben yine burdayım demiyor baba. Ellerin tedirgin. Ellerin ellere ne derim diyor, elimden suyu alıyor. Parmaklarım yine boşlukta yüzüyor. Parmaklarım boşlukta kırılıyor. Yapabileceğim tek şey, parmaklarımı toplayıp senden altı adım uzaklaşmak. Ve gözlerimi sabit bir noktaya dikmek.

Ne ara bu hale geldik demeyeceğim. Ben doğduğum günden beri bir mutsuzluk var. Bir bitsin artıklık. Bir inceldiği yerden kopsunluk. Karşımdaki halının üstünde bir sehpa vardı baba. Onu kavga ederken kırdın. Sehpanın üstünde bir avize vardı baba. Tek hamlede indirdin. Hatırladıkça burnumun direği sızlıyor baba. Zamanında sırf istediğin bir şeyi yapamadım diye burnumu kırdın. Ben alıştım. Alışmak zorundaydım. Çünkü kalbim hep kırıktı baba. Kalbim annemi küçücük yaşımda, senden koruyacağım derken çoktan kırılmıştı zaten. Düzeltemedim. Bazen istediğimiz her şey olmuyor. Unutmak için üstelemedim. Tanrıdan kırılan her şeyi düzeltmesini istemedim. Tanrı bile çok muhteşem değil baba. Düzeltecekti ama izler hep orda duracaktı, tekrar her şey aynı yerinden kırılacaktı. İstemedim işte. 

Keşke farklı olsaydı baba. Olmadı. Uyuyorsun. Burdayım. Tırnaklarımı yiyorum. Bazı şeyler hiç geçmiyor.

Cemal Süreya hep beni kahrediyordu.

Tanrıya geceleri, dediklerimi sana iletmesi için çok ricada bulundum. Lakin tanrıyla olan muhabbetimiz malum. Belki ben, onun beni dinlediğini düşünürken; o ağzı bir karış açık uyuyordu. Buraya yazmak belki daha mantıklıdır, daha realisttir. Realist yazdığım için, mantıken mumlara, ve Namık Kemal'e de karşıyımdır belki. Edebiyatı fazla kaçırıp, doğru yerde kaçıramadığım için üzgünüm. Aslında şu an biraz heyecanlıyım.

Geçenlerde sana sarıldım. Sen diye sarıldığım şey aslında sıradan  ve çok turuncu bir yastıktı. Keşke sarıldığım şey beyaz bir yastık olsaydı. Aklıma Cemal Süreya gelseydi. Seni ne zaman görsem Cemalciğim bana bir sigara uzatıyor. Seni ne zaman görsem, kalbim bir süre atmıyor. Ellerinin bu kadar beyaz olmasından korkuyorum, ama ben her şeyden korkuyorum. Neyse ki sen, korktuğum en güzel şeysin. 

Ahmet Hamdi bile saatlere olan inancımı yerine getirememişken; şimdi sen demek, benim için çok ince hesaplar demek. Saniyeler. Oturma planı. Kafamdaki şarkıların sıralaması. On sekiz yıldır hayattayım, ve sen hariç, hiç ince bir planım olmadı. Benim ellerim kısa ve yamuk. Açığı bir yerden kapatmam gerekiyordu. 

Diyeceklerimi kalbimin atışı bastırıyor. Sanırım susup, evde kendi kendime zıplama yarışı yapacağım. Neyse. Ensenden öpme isteğim bir türlü durulmuyor. Dean Martin, yıllarca kulağımın dibinde That's Amore dedi de inanmadım. Meğer böyleymiş.

"Birlikte mısralar düşünüyoruz ama iyi ama kötü
Boynun diyorum boynunu benim kadar kimse 
                      değerlendiremez."
Keşke Sait Faik yaşasaydı. Bir ege kasabasında yaşasaydık mesela. Mavi, eski bir bisikleti olsaydı. Pazara gitseydi bisikletiyle, ansızın fesleğenlerin arasından çıkıp gelseydi. Bahçenin ortasına bir rakı masası kursaydım. Zeytinyağlı börülceyi çok sevseydi. Çok içseydi, çok yeseydi. Sarhoş olsaydı. Sonra birden konuşmaya başlasaydı. Aklının başından gittiğini, yanaklarının al al olmasından anlasaydım. Sigaralar yaksaydı. Hep konuşsaydı, hep. Sonra rakıyla suyu ayırt edemez olsaydı. Alıp onu yatırsaydım. Sadece ayakkabılarını çıkarıp öylece bıraksaydım. Birden sussaydı. Susup, kıvrılmış dudaklarıyla uyuyakalsaydı. 
Bahçeye çıkıp, bir sigara yaksaydım.

Halil Sezai'yi pıçaklamama gerek kalmamıştı.

Yaklaşık dört gündür tam anlamıyla rezalet bir festivalde cirit atıyordum. Dört gündür rezalet bir festivalde yer almamın sebebi ise, hayatımda ilk defa festival görmüş olmamdı. Sanırım bir de Duman'dı. Ergenlikten çıkmaya çalıştığım şu günlerde, anlamsız aktiviteler içinde bulunmamı herkes hoş karşıladı. 

Duman konserinde sesimi kaybettim. Ve şunu anladım ki, Duman konusunda, bu küçücük şehirde, kapısı çalınması gereken insanlardan biriyim. -Şayet bir insan kapımı bu sebepten dolayı çalacak olursa, yüzüne tükürebilirim. Bilmiyorum.- 

Yani ne bileyim. En sevdiğim şarkıları mesela Senin Marşın'mış. Kaan'ın sırtı çok güzelmiş. Aslında konser boyunca Kaan'ın sırtını düşünerek kendimden geçtim. Her fırsatta arkadaşlarım "BU ADAMLARIN ÇOCUKLARI VAR YA NE KADAR MUHTEŞEM BİR HAYAT :))))" falan dedi. Bu esnada ben hala Kaan'ın sırtını düşünüy-

PEKİ BEN BUNLARI NİYE SİZE ANLATIYORUM? 
Çünkü ergenlikten çıktım arkadaşlar. Anneme verdiğim sözü tutuyor, ve gittiğim Duman konserinden sonra kendime yeni bir yol çiziyorum. 

Bana helal olsun aşk olsun :)))):)

Derin bir nefes aldım

-Hiç sevmediğim bir şarkı eşliğinde.-

üç hafta olmuştu. yirmi yedi gece. kafam rahattı. her gece kafamı masanın üstüne koymam gerekmiyordu. çünkü kafam artık. ne bileyim. kafam artık benimdi. bunu nasıl anlatabilirim bilmiyorum. seni gördüğüm günü düşünüyorum bazen. bak mesela, o gün kafam o kadar ağırdı ki. yanımda otobüs vardı. evren bozması vardı. cam kenarındaydım ve beatles hep der; I feel alone. ama beatles yoktu işte orda. orda olsa nasıl sevinirdik. ama işte, yoktu. orda sen vardın. gülerken ağzın sola kayıyordu mesela. ayrıca, ay gibiydin. bir gün balkona çıkmıştım. aya bakarken fark etmiştim ki, ay kafamdan küçüktü. o günden beri ay ve romantizm benim için sikimden aşağı şeylerdi. ama sen. ay gibiydin. ayın yontulmuş hali. kafam sevmeye, kafam bir an olsun kendimden başka birine tutunabilme ihtimaline nasıl tutunmak istemişti öyle. eve gelince çok ağlamıştım ama. kendimden çok utanmıştım. kendimden neden bu kadar kaçmak istiyordum ki? böyle ayaklarımı kıçıma vura vura. hem ben söz vermiştim kendime. üç yaşında verdiğim sözlere de benzemiyordu. serdar ortaç gibi benim gibi olmayacak ;)) da dememiştim. ben sadece delikanlı gibi kendime söz vermiştim işte. ama sanki, sanki sen impalaydın. sanki impalanın önündeki minik kartal sembolüydün. belki onun ince, uzun dikiz aynasıydın. ne yapacağımı bilememekten ölecektim. aylar sonra ilk defa başka bir sebepten dolayı ölecektim. aşk acımdan, diş acımdan, bıkkınlığımdan değil. heyecandan ölecektim. yeni olası hayallerin yeni temelini atmaya çalışırken. bu hissi bilir misin? bir konserve mısır yemek gibidir, yedikten sonra dibindeki suyu içmek. ben, kafam karışıyordu. korkuyordum ama allah kahretsin, nasıl da tatlı bir korkuydu. her şeyi göze aldırtacak bir korku. bekleyecektim. belki de ömrümün sonuna kadar. belki her otobüs kalbime parendalar attıracaktı. ama umrumda değildi. ruh hastasıydım ben belki. kendimi terk ediyordum, kendim nereye diye bağırıyordu, bilmiyorum ama sanırım aşık oldum diye bağırarak koşuyordum. çok uzaklara koşuyordum. sonra zınk diye duruyordum. birden korkudan gözbebeklerim büyüyordu. ya sen benim attığım her adımda tabana zıt diğer yöne gidiyorsan? korkuyordum. ve anlatamazdım ki. bu korku beni evime döndürecekti. bu korku bana bütün anlamların altında ezilen beatles şarkılarımı bana geri verecekti. bütün sokaklara bakmak istiyordum. senin izini bulabilmek için bütün sokaklara bakmak, dokunduğun bütün kedilerin başını okşamak, tekme attığın her küçük çakıl taşından senin adına özür dilemek. senin adına gidip bir şeyler içebilmek. sonra senin adına sarılıp uyumak. uıyumak istemiyordum ki. ben hep uyanık olmak istiyordum. belki otobüsler kaçıracaktım. belki tanrı bana en büyük cezasını otobüsleri ortadan kaldırarak verecekti. ama sen demiştin -demiş miydin?- daha önemli şeyler var. senin adına belki, bak şimdi aklıma geldi, senin adına gereksiz işleri yapmalıydım belki. belki sana zamanımı hediye etmeliydim. hem artık uyumak istemiyordum. güneş doğuyordu. günler nasıl geçiyordu öyle. otobüsler de geçiyordu. korkuyordum, hem de nasıl. ama geçmiyordu. geçmesin diye yalvarıyordum, ve bu sefer işe yarıyordu. aşık oluyordum. korkuyordum. canım artık hiç uyumak istemiyor. 

gerçekten ben bu şarkıyı sevmezdim.

Pirinç and Shout

Belki de bir gece öncesinden çılgın sınav maceramı anlatmalıyım çocuklar. 

*1 gün öncesi*

Kalktım. Banyo yaptım. Kahvaltı yapmadan efendi gibi annemin elini öptüm, "Ana!" dedim, "Hakkını helal edesen!". Annem "Büşra evinsiz evinsiz konuşma, adam gibi sınavına gir." diyerek beni uğurladı. Abimle evden çıktık. Abim yirmi üç yaşındaydı, ama okulu bırakmıştı. O da sınava girecekti. Gibi. 

Babam kapının önünden bizi almaya gelmişti. Arabaya bindiğimizde babam "PAŞAM GELMİŞ :'))" diye bağırdı. Bu hikayedeki paşa elbette ben değildim. Ama olsundu, zaten aşklar hep böyleydi. İlk önce abimin sınava gireceği yere gittik. Bir ilkokuldu. Sıralar öylesine minicik, öylesine maviydi ki. Sonra benim okuluma gittik çocuklar. Meslek lisesinde giriyordum, ve büyük ihtimalle öğrenciler can sıkıntısından sıraları delik deşik etmişti. Zamanında oturduğum sıraya attırmış bile olabilirlerdi. Ama ben, soğuk kanlılığımı korudum. 

Babam bizi eve bıraktı. Eve geldim. Kahvaltı niyetine, Big King yiyerek ergenliğimi konuşturdum. Bu güzel aktivite, evde Çekirge şarkısıyla çılgınlar gibi dans etmemle sonlandı. Sonra babaanneme çıktım. Bu kısımlar benim için gerçekten acı doluydu çocuklar. Zira babaannem benden, "bu" diye bahsetmişti. Abime kahve içmemesi için yalvarırlarken kahvemi yudumlamama kesinlikle laf etmediler. Gibi. BENDEN BU DİYE BAHSETTİLER LA. 

Neyse. Yattım. Dokuz buçukta yatmıştım, ve allahıma kitabıma, DOKUZ BUÇUĞU BEŞ GEÇE ÖKÜZ GİBİ UYUYORDUM ARKADAŞLAR. BU NE BİÇİM SINAV STRESİYDİ BÖYLE?!


*Sınav Günü*

Altı buçukta uyandım. Güneş yatağıma güzel güzel yansıyordu. Karşımda bir Jimmy Morrison ve sigara içen Mia Wallace vardı. Onlarla biraz muhabbet ettim. Yıllar sonra tekrar günlük tutmaya karar verdim ve yaklaşık iki sayfa kadar yazdım. Sabah olmuştu. Abimi dürttüm. Kahvaltı yaptık. Babaannem pirinç verdi.Çikolatamı, suyumu ve pirincimi alıp gittim. 

Sınav yerine geldiğimizde, babam çikolatamı yedi. Suyumdan içtim. Babama pirinç uzattım. "Ye" dedim, "işlerin açılır.". "Yok kızım sağol :'))" dedi. Sınava girdim. Öğrencilere okunmuş çikolata dağıttım. Sınav boyunca sıraya attırdıklarını düşündüm. Garip bir histi. Sınavdan çıktım. Çıkışta herkes "Nasıldı sınav, nasıldı nasıldı?" diye sordu. Sessizce "Alemin tek derdi ben olmuşum, demek ki zamanında iyi koymuşum." dedim. 

Tam o sırada Sgt. Pepper's Lonely Hearts Club Band çalıyordu. Ne şanslı piçtim ben öyle.

Çağan Irmak'ı hiç sevmem ama;

Yarın şu saatlerde kafam fena halde rahatlamış olacak. Bir şeyler yazasım geliyor ama üşeniyorum. Sizden tek isteğim, İstanbul'a geldiğimde beni çimensiz, denizsiz bırakmayın. Arctic Monkeys'i kaldığım yere falan getirin. Alex Turner'ın aklına girin, saçları biraz daha uzatsın; güllü gömlek giymesin. Temmuz ayında bana kestaneci bulun. Süt mısırı yedirin. Balık tutup sonra denize geri atın. Afiş çalın. Yuvarlanmama izin verin. Kitap koklayabileceğim dükkanların önüne bırakın. Elektrik direklerine sarılmama izin verin. On yedi saat uyursam aldırmayın. Aksan kursuna yollayın. Aksan kursu yoksa açıverin canım, elinize mi yapışır? Bulaşık yıkatmayın, çamaşır yıkatmayın, toz aldırmayın, bim'e uzun bir süre sokmayın. Gibi. Zor bir insan değilim.

OLM BANA ŞANS DİLEYİN LA :((

Başlık yazmaya üşendim deyince -diyince sanki daha kibar- ne diyeceğimi unuttum.

Uzun zaman geçti. Hatta, "I've been holding out so long, I've been sleeping all alone." gibi. Koca koca aylar. Adeta karpuz büyüklüğünde aylar. Her ne kadar yeşil ve çizgili olmasa da, koca koca aylar işte. Hem sabaha karşı içleri de pembe gibi oluyordu. 

Uzun zaman boyunca ne yaptığımı bilmiyorum. Uyku problemlerimi yendim, bedeli daha çok, daha çok uyku oldu. Güneşi özledim. Soğuk bir kış geçirmiştim, ve öylesine hissizdim ki, wintertime love bile fayda etmiyordu. Güneşi özledim, demiştim. Odam güneş alıyordu, ama bulutlar. Bulutların kılıflarını, bu kış yıkamayı unutmuş olmalılar.

Kafamı accayip gereksiz kelimelerin içine soktum. Aylarca matematik çalışmadım. Aslında çalışmıştım, keys to your love'u dinlerken permütasyon falan da diyordum canım, o kadar ölmemiştim. Keşke aynı şarkıyı dinlerken azıcık kelimeleri yaya yaya söylemeyi öğrenseydim. Ama, neyse. Annemin her kavgada söylediği gibi, önümde kocaman bir hayat var. 

Sorularla uğraşmadım. Kendi sorularımla uğraşıyor gibi gözüktüm, sebebi sadece bir bahaneye ihtiyacımın olmasıydı. Bir bahanem vardı, ama bahaneme de bahane buldum. İşin işinden çıkamadım. Zor zamanlar geçirdim. 

Ben ne yaptığımı bilmiyorum çocuklar. En azından saçlarım uzadı.

Bana iyi akşam yürüyüşleri.

FENA SIKILDIM ÇOCUKLAR

  • İyyakşamlar canlarım. Paralel dünyalardaki bütün canlarım toplanıp, bir sıkıldı ki sormayın. Bunda sınava yaklaşık iki hafta kalmasının, aylardan beri çilekeş yazılarla ulannegulduk adının içine sıçmamın, ve annemin beni evde yapayalnız bırakıp sinemaya gitmesinin payı da büyük. 
  •   Geçen süre içinde önemli şeyler yapmadım değil. Mesela, mezuniyet fotoğrafı çekildim çocuklar. Gerçekten sikimsonik bir olaydı;


  • Behzat Ç.'yi bir gece izlemeyi bıraktım ve hala izlemiyorum. Neden böyle oldu bilmiyorum. Sanırım Harun kilo verince soğudum. Harun'un göbeğini geri istiyorum. Kurduğum dört cümlenin sonu da m harfiyle bitti. ALLAHIM ŞANSA BAK :'))

  •  Lan şaka maka anlatacak bir şeyim yok sanırım. Yani aslında var da, anlatasım gelmiyor. Misal okulda yanlışlıkla can sıkıntısından düşmem, sınıf arkadaşlarımın camdan atlaması, arkadaşlarımı müdürün görmesi ve odasına çağırması, sonra müdürün -biraz daha sabredersek cümleyi bitireceğim.- OĞLUM YA DAŞŞAKLARINIZ PATLASAYDI NE OLACAKTI demesi. Ben neden hala liseliyim, anlamıyorum.

    Çocuklar, ben çok sıkılıyorum. Bakın, NOLUR, bana yazın. Kitap önerin, şarkı dinletin, hadi abam kalk film izle deyin. Lan anlatamıyorum. En sevdiğim şarkı bas bas paraları leylaya. KURTARIN BENİ LA.

      Not: En son can sıkıntısından omegle'de takılırken yaklaşık otuz insana mezuniyet fotoğrafımı gösterdim. Yirmi kişilik bir kısım zaten mastürbasyon yapmakla meşguldü, geri kalan allahsız arkadaşlarım -arkadaşlarım?- ise sayfayı yüzüme kapatarak beni boynum bükük bıraktılar. Ama en azından o geceyi Sırplı bir çocukla konuşarak geçirdim. Çocuğun tek anlattığı Trazbonspor'da oynayan arkadaşıydı. Trabzon dedirtmeye çalışırken çocuğun adını yaklaşık dört saat boyunca Pater olarak yazdığımı fark ederek kendimi çelişki havuzlarına atıatıverdim. Canım sağ olsun. 

Bir bahar gününü daha ziyan ederken, yüzüm hiç gülmüyordu çocuklar.

Güneşli, güzel bahar günleri her zaman iyi geçmez.

Mesela, uzun zaman geçmiş. Ben beynimi oyalıyorum. Gözlerin, gözlerimin orijin noktası dışında her yeri görüyor; aldırmıyorum. Birikiyor, diyorum. Güneşli, güzel bahar günlerinden birinde, bir ıhlamur ağacının altında bana anlatacağın şeyler birikiyor. Sırf bunun için diyorum, sırf bunun için bir güneşli, güzel bahar günü ziyan olsun.

Yanında oturan birkaç bin güzel saç teli, sana hiçbir şekilde sevmeyeceğin şarkılar söylerken, uzakta oturuyorum. Gözüme güneş giriyor. Güneşten kaçıyorum. Kızın güzel elleri uzağımda, yakınında. Kızın ellerine güneş vurmuyor, gözlerine güneş vurmuyor. Sen ona bakıyorsun, güneş bana bakıyor. Mezuniyetinde kimsenin dansa kaldırmadığı, sadece kalın gözlükleri olan oğlan çocuğunun dans etmek istediği kız gibiyim. Sen, güneşi nasıl da severdin.

Başını yavaşça omzuna koyuyor, başım yavaşça düşüyor. Şşştt, diyorum, seninle ne konuşmuştuk küçük hanım? Kafam yerine oturuyor, ama kaldıramıyor. Ben malımı bilmez miyim diyorum. -Mal şüphesiz ki her anlamda kullanıldı.- Kafamı yavaşça cama dayıyorum. Gözlerim cama yansıyor. Gözlerimin orijin noktasını görüyorum. Ne yazık, ne kadar zaman geçti; sana anlatacak hiçbir şeyim yok. Bir iç çekiyorum, bir iç çekiştiremiyorum. Ne yapayım, istesem de olmuyor.

İniyorsun. Elinde çanta, güzel kızın çantası. Yüzüne vurmayan güneş kalmıyor. Yüzünde hep aynı ifade. Bakıyorum. Camdan bakıyorum. Birden kendi yansımamı yanında görüyorum. Ne kadar da yakışmıyoruz, ne kadar da anlatacak bir şeylerim yok.

Susuyorum. Gözlerim kapanıyor, dudaklarım time is on my side kusuyor, omzumu okşuyorum.

Başlık

“Turgut’un bilmediği arkadaşları da Selim’e aynı şekilde davranırdı. Selim, Esat’ın arkadaşlarını tanımaz; Esat, Selim’in arkadaşlarını istese de tanıyamaz. Casus gibi, kimseyi kimseye tanıtmaz. Selim’e öyle gelirdi ki bir gün bu insanlar bir araya gelecekler; önce karşılıklı bakışıp susacaklar. Konuşacak söz bulamayacaklar. Sonra Selim’i suçlayacaklar ve dolayısıyla birbirilerini. Bu adamla nasıl arkadaşlık ettin? Bu adamla mı dostluk kurdun? Bahsetmediğin değerli arkadaşın bu muydu? Bu aptala gitmek için mi o gün bize gelmedin? Sonunda birbirilerini hoşgörseler de beni affetmezler, derdi fakir Selim. Sonunda herkes beni suçlayacak bir sebep bulur. Ne istiyorlardı senden Selim? Belki sen çok şey istiyordun onlardan. Verdiğinin hiç olmazsa küçük bir parçası kadar bir şeyler istiyordun. Sonunda kaçıyorlardı. Hayır, sen kaçıyordun. Hayır kaçmıyordun: insana ihtiyacın vardı. İnsanı arıyordun canım kardeşim. Bunda utanacak ne vardı?”

Ne hırkaymış la öyle

Gözlerimi kapattığımda koca bir sahnedeydim. Üstümde annemin ördüğü kocaman ve kıpkırmızı hırka ile güvende hissediyordum. Banyo lifinden başka hiçbir şey öremeyen annemin bana kocaman ve kıpkırmızı bir hırka örmesi ise, kafamda deli sorular falandı. 

Üzerimde kocaman ve kıpkırmızı bir hırka vardı; ve aklım yerinde değildi. Belki aklım çılgınlar gibi seyircilerin üzerine atlamıştı. Tıpkı Deja-vu konserlerinde Korn ile misket havasını karıştırınca dayanamayıp sahneye atlayan Cenk gibi. Deja-vu'yu çok sevdiğimi söylemiş miydim? Neyse, konu bu değil. 

Elimde dibinde birazcık viski kalmış bir şişeyle etrafa bakıyordum. Sonuçta kocaman ve kıpkırmızı bir hırkam vardı. Sonra ince bir gitar sesi duydum. Büyük ihtimalle Gimme Shelter. Bütün sahnede çılgınlar gibi Mick Jagger'ı aradım; ama yoktu. Sanırım hayat kocaman ve kıpkırmızı hırkayı bana vererek yeterince fedakarlık yapmıştı. 

İnce gitar sesi diye bir şey var. İnsanı gerçekten paniğe sürüklüyor. Ve ince gitar sesi o kadar güzel ki. Yani, kocaman ve kıpkırmızı bir hırkan olsa bile, o sesi mahvedebilirsin. Netice olarak ses çok güzeldi, ve Mick Jagger'ın geleceği yoktu. Mikrofondan uzak bir yere öksürdüm. Mikrofona öksüremezdim, sonuçta ince bir gitar, sonuçta Gimme Shelter. Mikrofona öksürürsem tanrı olmaktan çıkardım. Hem de hırkam olmasına rağmen. 

İçimden neden bir şeyler koptu, bilmiyordum. Bu başta beni çok tedirgin etti. Sonra, sonra üstümdeki hırkaya güvendim. Sonuçta kocaman ve kıpkırmızıydı. Garip bir histi. Anlatabilmem mümkün değil. Keşke kocaman ve kıpkırmızı bir hırkanız olsaydı da anlasaydınız. Ama keşkeler keşke işte. Keşke keşke keşke olmasaydı. KEŞKEK. 

Şarkı bitti. İnsanların hepsine bakabilmeyi başardım. İçlerinde Mick Jagger yoktu. Üzüldüm. Viskiyi bitirdim, hırkama sarıldım ve sahneden indim. Arkamdan, yeni bir ince gitar sesi geliyordu, ve Mick Jagger hala ortada yoktu. 

Uyandım, siyah ve ince hırkamı alıp, gittim. 
Çünkü Mick Jagger hala ortalıkta yoktu.

Kendime andaç.

Malum, son günlerde her şeyden öylesine nefret edip, öylesine deli danalar gibi kaçıyorum ki; bu yaşımda aklıma geliyorum. Kendimle seviyeli bir şekilde konuşmaya bile başladım -gelişmeler, gülüşmeler.- 

Size andaç samimiyetsizliğinden sıkılıp, bir gecemi harcayarak kendime yazdığım andaçtan bahsetmek isterim. Kendi andacıma kendi andacımı koydurabilmek için karşıma almadığım insan da kalmadı, belirtmek isterim. 

Kendim, öpüyorum. Hatta kıps. 

***

Sen garip bir insandın. Küçükken, çok küçük olmana rağmen hanımağa gibi koltuğa kurulurdun. Boynun yoktu, gıdın vardı. Ve kafanda iki tutam saçın. Uyurken yatağın en köşesine giderdin. Ellerinle minicik kafanı bir şeylerden korurdun sürekli. Uyandığında kafesli yatağından bana bakardın. Ben bu yaştaki bebenin nasıl boynu olmaz da gıdısı olur diye düşünürdüm, sen sırtını bana döner ve uyumaya devam ederdin.

Sen doğduğun zaman ben de doğdum. Ama doğduğumda saçlarım küttü, Mia Wallace gibi. Onun gibi sigara içmezdim; ve domatesli fıkralar anlatmazdım. Gözlerim sadece esnerken yaşlanırdı, senin gibi ilgi görmediğim her an ağlamazdım. Aksine her ilgi gördüğüm an, kaçmak isterdim. Çünkü o sıralarda ben bir ergendim ve tek derdim yalnızlıktan it gibi korktuğum halde; yalnız olmaya çalışmaktı. Sen beni yine anlamazdın, yine sırtını dönerdin; ve ben Mia Wallace gibi sigara içmezdim.

Kreşe gittiğin zamanlarda annen sana bir şey olmasından korkardı. Annen varlığımı bilmez. Bir ilişkimiz yok onunla, olsa zaten yine sevilmeyen olurdum. Neyse. Kreşe gittiğin zaman, uyuyamazdın. Güneş gözlerinin içine girerken uyuyamazdın. Yorganının kenarını tutup ağlardın. Arkadaşların uyanıncaya kadar ağlardın. Ve ben senin için hiçbir şey yapamazdım. Kaç defa konuşmaya çalıştım öğretmenlerinle, bilemezsin. İzin vermediler. Sen çok ağladın, ve ben o zaman büyüdüm. Bir daha da geri dönemedim.

İlkokula başladığın zaman sürekli bir panik hali içindeydin. Okumayı geç öğrenmiştin ve evcilikte hiçbir oğlan çocuğu seninle eş olmuyordu. Korkuyordun. Gündüzleri uyuyamadığın için de, hep bana anlatıyordun. Benden hiçbir şey olmayacak diyordun. Belki olursa kasiyer olur. Olur mu la öyle şey, diyordum; ama sen çoktan bisikletine binmiş oluyordun. Bisikletin balkondaydı. Hep aynı noktaya sürüyor, hep aynı noktaya çarpıyordun. Ne yapıyorsun, dediğim zaman; bu duvarı bir gün yıkacağım, diyordun. Duvarı neden yıkmak istediğini hiç anlamadım. Duvarı da yıkamadın zaten.

Ortaokul senin için en çok üzüldüğüm yıllardı. Yıllar geçmişti, ve tek bir arkadaşın bile yoktu; ama arkadaşın çok fazlaydı. Ve zamanında seni pohpohlayan insanlar şimdi yoktu. Sandığın kadar iyi değildin, söylendiği kadar güzel de değildin. Adeta ilkokulda kendi kendine yürüttüğün kehanetler gelip seni buluyordu. Gözlerindeki yerli yersiz zamanlarda ortaya çıkan buğu, o günlerde oluştu zaten. Ve ben yine bir şey yapamadım. Çünkü o zamanlarda sen ergendin; ben ise biraz kederli. Çünkü ergenlik geçiyordu Büşra. Çok sevdiğim bir arkadaşımın dediği gibi: "İnsanlar beni anlamıyor cümlesi, o ağır ergenlik döneminden sonra, insanları anlamıyoruma dönüyor."

Bir şekilde büyüdün. Oğuz Atay okurken saatlerce ağladın, The Beatles dinlerken saatlerce gülümsedin, bana Led Zeppelin'den, Jimmy Page'in nasıl bir hayvan olduğundan bahsederken saatlerce küfür ettin. Hitler'den iğrendiğini, ama onu gördüğün an korkudan yığılıp kalacağını ilk defa bana itiraf ettin. Sonra inkar eder gibi oldun, ama seni kaç defa yatarken "Allahım n'olur Hitler yavru kedi olarak bile gelmesin.    " derken duydum. Ben seni hep duydum, ama çaktırmadım. Tanrı da bizi hep duyar, bunu biliriz ve bunun için ondan korkarız. Ben seni hep duyardım, ama bunu bil istemedim hiç. Benden kork istemedim. Çünkü korkuya dayalı her ilişkide korkan taraf, birgün korkutmaya planlanıyor. Sen planlan istemedim.

Hala büyüyorsun Büşra. Zamanında isminden nefret ederdin. Ama Aylak Adam'ı okuduktan sonra bıraktın gitti değil mi? Zamanında birinin ellerini tutması fikrinden de nefret ederdin. The Beatles ne kadar mübarek bir şey görüyor musun? Düşünsene. Zamanında bütün şarkılar acıdan bahsedip, kadınlara cinsel bir obje gibi yaklaşırken; sen The Beatles'ı dürüstçe "I wanna hold your hand!" diyebildiği için sevdin. Ve ben de seni bunun için sevdim.

Ben seni hep sevdim. Sadece bazen kafalarımız uyuşmadı. İkimizde paralel evrenlerdeki başka hayatlarımıza özlem duyarken, unuttuk birbirimizi. Ama hep de geri döndük ulan. Kim geri dönmez?

Emrah Serbes'in bir yazısı vardı: Heyecanlı piç. İki çocuktan bahsederdi. Çocuklar karşıdan karşıya geçerken el ele tutuşurdu. Emrah Serbes el ele tutuşan çocukları yazdı, biz kafa kafaya verip saatlerce aynı şarkıyı dinleyenleri oynadık. Çünkü sen dünyanın en nadide varlığıydın. Çünkü hayatta senden başka kimsem yoktu. Hala yok.

Sözleri derleyip toplama konusunda iyi değilim, bilirsin. Tanrı bunun için bize Ah Muhsin Ünlü'yü vermiş;
"Bilesin, göğsümde hangi yöne açılmış tek gülsün.
Yani ya bu eller öpülür, ya sen öldürülürsün.

-Hadi, iç de çay koyayım.-"

Kişisel not: The Beatles'lı, I wanna hold your hand'li cağnım cümle, cağnım Larienimin tivitlerinden birinin aklımda kalanı falandır. Zeynep'i çok sevdiğimi söylemiş miydim?

Selamün aleyküm Serkan kardeş, nasılsın?

"Savuracak kadar uzun saçlarının olmaması, çok güçsüz olduğun anlamına gelmez. Kaldı ki bu, saçlarının çok kısa olduğu anlamına da gelmez. Sonuçta ben saçlarından hoşlanıyorum. Saçlarından hoşlanıyorum Büşra. Şurada ikimiz yaşayıp gidiyoruz. Ve, ne saçların, ne de sen güçsüz değilsin. 

Ama hadi diyelim, hadi diyelim ki için rahat etsin, uzun saçların var. Savrulacak kadar uzun saçların. Ama, ama rüzgar yok ki Büşra. Zaten rüzgar çıksa sevmezsin. Gözüne bir şeyler kaçar. Bilinmeyen cisimlerin içinde yuva yapması, seni kendimi bildim bileli rahatsız ediyor ki; benim hikayem genç bayan, senin hikayenden çok daha önce başlamıştı. Neticede bir rüzgar çıksa saçların değil, sen savrulursun. Suç yine senin üstüne kalır. 

Rüzgarı istemediğin çok açık. Ama saçlarını savurma ihtiyacın da göz ardı edilemez. Belki Büşra, belki koşmayı denemelisin. Bilinçli bir rüzgarsızlığa koşup sadece saçlarının savrulmasına izin vermen, bilinçsiz bir rüzgarın önüne atlayıp komple savrulmandan daha iyidir. Benim beynim hep bedava diyorum, inanmıyorsun. 

Nasıl becerdin bilmiyorum. Yani biz dört beş kişiydik Büşra. Sen vardın, ben vardım, oyuncakların vardı. Kendi kendimize yaşayıp giderken açıkçası çok bozdun. Öyle böyle değil. Gerçek birini sevmenin hissettirdiklerine kapıldın gittin. Aslında sen şanslıydın. Sen bizim ateş etrafında otururken masal anlatan dedemiz gibi bir şey bile olmuştun hatta. Çok yakında hissettiğin nefesin sıcaklığını anlatırken hepimiz tereyağı gibi erir giderdik. Sonra birden "BUGÜNE KADAR HİÇ ÖLMEMİŞ LAN." derdin, korkuyla sıçrardık yerimizden. Sonra "Korkmayın lan ibneler." der, derin bir iç çekerdin: "Bir kaç defa öldüğü olmuş."

O gittiğinde ki, giderler Büşra. O gittiğinde aylarca konuşamamanı biz anladık. Bizi siktir et, ben anladım. Ama yanına yaklaşamadım. Beni yadırgamazdın. Mal mal sorular sorup, her acıdan anlarmış gibi davransam bile tahammül ederdin bana ama, ben yapamadım. Çünkü sen öyle üzüldün ki Büşra, kendinden de kaçmaya başladın. Bir de benden kaç istemedim. Benden kaçarsan bana geri dönmezdin diye korktum sanırım. Bekledim. 

Geldiğinde kırıktın, hala kırıksın ama geçebilir. Hayatta tanıdığım en güçlü saç, senin saçın. Ben senin saçını tanıdım lan. Kim kimin saçını tanır? Ben tanıdım ama. Ben senin Yaşar Usta'ndım. Ben senin ciddi ciddi en yakınındım. Ve en yakının olmamın nedeni seni her şeyinle tanımam değil, sadece yakınında olmamdı. Bana bir el kadar uzaktasın Büşra. Ve birbirilerimizin kafasına milyonlarca kol uzaktayız. İşte işin burası güzel.

Git Büşra. Git saçlarını savur. Eğer bir düğüm çözülecekse, sigaraya başla. Sigara düğümleri çözemez dersen, sigarayı düğümlerin üzerinde söndür. O düğümler bunu hak ediyor. Hakediyor da olabilir, ama önemli olan biz, ve paşa gönüllerimiz.

Git. GİT. "


Artık kendimle konuşmaktan bir an önce vazgeçmem gerek.

Beklemek

Sen uzayın biftek gibi kokmadığına inanırken, ben, on altı yaşındaydım. On altı yaşında. Uzun sayılabilecek saçlarım, zayıf sayılamayacak bir Beatles sevgim vardı. Ellerim, ellerim büyümemişti. Seninse güzel boynun, güzel kokular bekliyordu. Dilinin ucundaki kelimeleri hala görür gibiyim: uzay, çay kaşığı, güneş, bilmem kaç binlerce ton. 

Sen "Aşka inanmıyorum, ve sanırım bir güç de yok" derken ben, yine, yine on altı yaşındaydım. On altı yaşında, aşka inanan bir kız. Saçları uzun ama. Uzun. Sadece bu. Aşka da değil aslında, sevme biçimlerine inanan bir kız. O hikayedeki kız ilk defa bendim. Ana karakter. Sen de ana karakterdin, lakin rolünü ellerinin üstüne yıktığın çok oluyordu. 

Sen dayak yediğim zaman benimle birlikte acı çekerken, ben dünyanın en mutlu insanıydım. Çünkü acı sevgili gitmiş dostum, acı adeta bir uhu. Acı seninle beni biz değil de, ben yapan tek şeydi. Kolumdaki morlar mesela, ilk defa başka elleri tanıdı. Başka parmaklar, başka parmaklar omuzlarımın en acıyan yerlerinde gezinirken, benim morluklarım mutluluktan çılgın atıyordu. O eller senindi, sevgili dostum. Hala senin. 

Sen gittiğinde ben birden büyüdüm. Tek gecede büyümeye inanır mısın? Biraz zordur. Ellerin mesela, eldivenlere sığmak istemez. Çünkü başka ellerin sıcaklığına inanmaya başlamıştır. Ya da atkı, atkı da sevmez. Aslında bakarsan, bir gecede büyüdükten sonra insan kışı zerre kadar sevmez. Ne kışı, ne de Wintertime Love'u. 

Sen aşka inanmadığını söylediğinde, savuracak saçlarım yoktu. Savurayım, savurayım ki hayatıma devam edeyim. Olmadı. 

Sen aşka inanmadığını söylediğinde, ben on yedi yaşındaydım. On yedi yaşında yapabildiğim tek şey ise, hala aşka inanmak, ve yaşlı teyzeler gibi pencerenin önünde oturup, senin de bir gün inanmanı beklemekti.

Bekliyorum.

Teşekkür ederim.

On altı yaşındayım. Hayır hayır, aslında on altı yaşında değilim. Ben sadece, hep bu cümleyle konuşmaya başlayacağımı hayal ettim. Konuşmalarım da zaten hep Led Zeppelin'in konser kayıtları gibi oldu. İçimde bir Jimmy Page var efendim. Hep aynı notalarla başlıyor ama solo asla aynı solo değil.

Neyse. Bakın. Biraz sıkıntılıyım. İnsanlardan pek hoşlanamıyorum. Bazen kokularını duyduğum bile oluyor. Ama olmuyor efendim. Gerçekten nasıl anlatacağımı bilmiyorum. Ben korkuyorum, sanırım. Hayır hayır, evime bilinmeyen kabilelerden mektuplar gelmiyor. Ya da sınav stresi diye de geçiştiremeyiz mesela. Ben korkuyorum. Herkesle, aynı yüz ifadesiyle, aynı ses tonuyla geçinen insanlardan korkuyorum. Hayır; aslında onlardan da korkmuyorum. Ben kendine, herkese davrandığı gibi davranan insanlardan korkuyorum.

Yani, yani. Gerçekten zor. Ben anlatamıyorum da mesela. Bütün gün sanki bir denizdeyim. Koca denizin ortasında. Güneş iyi ki tepemde değil; ama kötü ki, birazdan batacak. Lakin su çok güzel, ve kollarımı açıp kendimi kendime bırakmak sanki her şeyi çözecekmiş gibi geliyor. Ama her şey çözülmüyor efendim, öyle bir dünya hala mümkün değil. Güneş allahına kadar batıyor. Fark ediyorum, kulaç atmaya çalışıyorum ama su fışkırtmaktan başka bir şey yapamıyorum. Komikliğe bakın ki fışkırttığım bütün su, güneşe varıyor. Güneşi söndürüyorum efendim. Geceyi bitirmek için ellerimi birbirine sürtüyorum, ama su çok kötü; gelmesenize!

Aslında. Bakın, yine olmadı. Ne oldu biliyor musunuz? Ilık bir yaz akşamıydı. Bir yaz akşamında nasıl becerdiysem Kürk Mantolu Madonna'mı kaybettim. Çok garip bir histi. Aslında bir sigara yakıp HASİKTİR LAN desem çok rahat atlatabileceğim bir durumdu. Lakin sigara içmeyi bir beceremem ki sormayın. Neyse. Atlatamadım -keşke eşekletebilseydim.-. Bakın, beni dinleyin. Ya da dinlemeyin efendim. Boşverin. Sizden bahsedelim. 

Gerçekten sizden bahsedebiliriz. Mesela atmosfer sayesinde dünyanın hiçbir yeri kapkaranlık değil, bunu biliyor muydunuz? Her hafta bu bilgiyi hiç tanımadığım insanlarla paylaşıyorum. İçlerinde bir tetik varsa ben çekmek istiyorum. Ya da içlerinde tık diyecek hiçbir şey yoksa, içlerine girip TIK demek istiyorum. Tüm bunları neden istediğimden ise bahsetmeyelim efendim. Kafanızı ütülemek benim işim değil. Gelin, biz her kafa ütülemek dendiğinde kafası ütü masasında ütülenen insanlar hayal etmemin derinlerine inelim. Çünkü canım çok sıkılıyor. 

Sözlerime son verirken hiç olmadığınız için teşekkür ederim. Çünkü olsaydınız. Ne bileyim. 

Yardımınız şimdilik gerekmiyor. Kadıköy'e gideyim, sonra. Stop.