space

space

Gece gece lime lime ettiğim beyin adlı.

Benim için bir iPod'a sahip olmanın en güzel yanı, nasılsa boş yer var düşüncesiyle habire şarkı atmaktır. Yer açma kaygısı taşımadığım için hiçbir şarkıya içten içe, bir gün seninle ayrılacağız demem. Ve hayvansı bir mutlulukla attığım şarkıları belki bir hafta sonra unuturum. 

Bu alet üç yıldır elimde. 

Üç koca yıl. Üç koca yıl, kocaman bir iPod elinizdeyse, ve iPod hiç silmediğiniz şarkılarla doluysa, yüzleşilmesi gereken üç koca yıl anlamına gelir. Normal bir üç koca yıl olmaktan çıkar.

Bugün, öylesine, uzun zamandır dokunmadığım şarkılara bakmak istedim. Sonra, Teoman'ın en sevdiğim şarkısıyla karşılaştım, Kıskançlık. 

-Zaman makineme atlayıp, kendimi altı yıl öncesine atıyorum.-

Altı yıl önce. Uzun saçın bana hiç yakışmadığını düşündüğüm halde, saçlarımın çok uzun olduğu yıllar. Ocak ayı, ve çok hastayım. Yıl içerisinde bir defa hasta olmak, çok hasta olmak, ama bir defa hasta olmak annemden geçmiş bir özellik. Ve çok hastayım. Uzun saçlarım yastığa yayılmış, yastığın ucunda mp3 çalarım var. Ev o kadar sessiz ki, beni hasta eden şeyin sessizlik olduğunu düşünüyorum. Bir şeyler dinlemeliyim, diyorum ve karşıma bu şarkı çıkıyor. Şarkının nasıl bu mp3 çaların içine girdiğini bilmiyorum. Ama öyle güzel ki. Çünkü hastayım, ve yine hastalık derecesinde, çok zeki bir adamı seviyorum. Elimde değil, hiçbir zaman elimde olmamış zaten. Dinliyorum. Saatlerce dinliyorum. İyileşiyorum, dinliyorum. Yine hastalanıncaya kadar, durmadan, dinliyorum. Sonra unutuyorum. 

-Zaman makinemde sigara içe içe bugüne geri dönüyorum.-

Yıllar sonra dinlediğimde, düşündüm. Hayatım boyunca hiç anlam veremediğim, hiç sevmediğim bir duygu oldu benim için kıskançlık. Tüm insanların hissettiği, ama benim inatla hissetmediğimi söylediğim bir duygu. 

Ben kıskanmam. Çocukluğumdan beri. Çünkü kıskanmamak için öyle manevralar yapar, öyle denklemler kurarım ki bir süre sonra, düşündüğümde ağzım yüzüm seğirir. 
Düşüneyim mesela. 

Kıskanç olmamı gerektirecek ilk durum, kreşte tanıdığım bir kızdı. Kemanı vardı ve kızı annesiyle babası almaya gelirdi. Öğretmenim onu çok severdi. 
Kemanım yoktu, müzik aletleri söz konusu olunca, dünyanın en yeteneksiz çocuğuydum. Hiçbir zaman annemle babam almaya gelmedi beni, beni servis eve bırakırdı. Öğretmenim beni pek sevmezdi; çünkü uyuma saatlerinde gündüzleri uyuyamadığım için ağlardım.
Tüm bunlara bakılınca sanki Tanrı bana, HADİ KIZIM, KISKAN! diyordu. Ama ben kıskanmıyordum. 

Çünkü dört yaşındaki ben keman denen şeyden hoşlanmamıştı, keman dört yaşındaki bene göre cırtlak sesler çıkaran ve insanın boynunu ağrıtan saçma sapan bir şeydi.
-Bunun üstüne bir çizik at.-

Annemle babam beni almaya gelmiyor olabilirdi, ama dört yaşındaki ben İstanbul'da yaşıyordu. Genelde serviste cam kenarında oturuyordu, eve gitmek için büyük bir köprünün üstünden geçiyordu, ve bunları tek başına yapıyordu. Dört yaşındaki bene göre bunun adı özgürlüktü. -On dokuz yaşındaki ben, hala böyle düşünüyor.-
-Bunun da üstüne bir çizik at.-

Öğretmenim beni sevmezdi. Bu dört yaşındaki benin umrunda olmayan bir şeydi. Çünkü dört yaşındaki benin annesi öğretmendi, ve dört yaşındaki ben biliyordu işte, annesi onu çok seviyordu. Bir öğretmen gibi, bir anne gibi, bir arkadaş gibi. Dört yaşındaki ben bu sevgiye hayret ediyordu, ve bu sevginin kendisine hayatı boyunca yeteceğine inanıyordu. Varsın öğretmen o kızı sevsindi, belki de o sevgi, o kızın ihtiyacıydı. 
-Çizik.-

Zaman geçti. Zaman geçtikçe kıskanmamı gerektirecek durumlar çıktı ortaya. Artık çok güzel kızlar vardı ortalıkta. Ya da abinin hayret ettirecek zekası. Ama her şey için bir şeyim vardı amına koyayım. Bazen hala bunlara nasıl kafa yormuşum la dedirten şeyler. Hala garibime gidiyor. 

Mesela güzel kızlar için şöyle derdim kendime, yazabiliyorum. Onlar saçlarını savura savura etrafta gezerken, ben oturup, akıl almaz derecede güzel olan bir kadını yazabilirdim. Bunun için gözlerimi kapatmam yeterli olurdu, gözlerimi kapatır ve yazardım. Bu esnada onlar saçlarıyla uğraşırdı, gözlerine benim bir şeyler çizerken kullandığım o kalemlerden sürerdi. Ama ben yazardım. Çünkü benim için önemli olan, nedense güzel olmak değildi. Benim derdim güzel bir kadını kafamda yaratıp onu yazabilmekti. Neden, hala bilmiyorum. 

Abimin hayret ettirecek zekası ise, çok basit çözülebilecek bir problemdi benim için. Bir süre düşündükten sonra kendi kendime, hala anlam veremediğim birtakım hesaplar yaptım, bir şeyler yazdım, not aldım. En sonunda bizi oluşturan şeylerin çok farklı olduğunu fark ettim. Evet, o kalem kıpırdatmadan problem çözüyordu, ama ben de orta okulda optimal kelimesinin anlamını biliyordum. Böyle saçma sapan bir sürü şey düşünün. Denklem çözmek gibiydi, karşıya atıp birbirini götürmesini sağlamak gibi. Ama acayip derecede işe yarıyordu, işe yarıyordu, çünkü bugüne kadar gelmiştim. 

Kıskançlığın aslında kendini yaldır yaldır belli edeceği an, bir ilişkiydi. Üç yıl önce sevdiğim adamı düşündüm. Hiç kıskanmamıştım. Çünkü, içimden gelmiyordu. Bunun bugün bile bir açıklaması yok benim için. Resmen içimden gelmiyordu, kıskanmayı gereksiz buluyordum. Çünkü ilişkide kıskanmak bambaşka bir şekle bürünmüştü. Eğer o zamanlar bana kıskançlık nedir, diye sorsalar; karşı tarafa güvenmediğini belirten aptalca, aciz bir tepki derdim. Ben kıskanmıyordum, çünkü güveniyordum; o kıskanmıyordu, çünkü aylar sonra söylediğine göre beni zaten sevmiyordu. Anlaşılan herkes için kıskançlığın tanımı başkaydı. Benim tanımıma göre, kıskanmadığım için onun mutlu olması gerekiyordu, onun tanımına göre kalbim uğraşsa, kendini bu kadar kıramazdı.

Şimdi düşünüyorum, hala kıskançlık tam anlamıyla hissettiğim bir şey değil benim için. Hala hissetmemek için deli gibi kaçtığım duygu. Hala sevdiğim ve muhtemelen hiçbir zaman hayatımın kesişmeyeceği bir adamı başka bir kadın seviyorsa, onun aklını sakin sakin, usulca çeliyorum. Çok sevdiğim bir şarkıyı yoran bir insana oyalanması için başka bir şarkı veriyorum, o esnada yorulmuş şarkıyı alıp sessizce cebime koyuyorum. Bu neden böyle, hala bilmiyorum. Hala köşe bucak kaçıyorum. 

Tüm bu kafa karışıklığına rağmen, Teoman'ın en sevdiğim şarkısı Kıskançlık. İliklerime kadar hissetmeden, bu şarkıyı anlayamayacağım belki. Bu şarkı belki hiç anlamadığımız halde ağız suyu akıta akıta dinlediğimiz İtalyanca şiirler gibi olacak. 

Ama "Sen ilacımsın susuz yuttuğum / Bir türlü gitmeyen ne yapsam da, boğazımdan." diyen bir şarkıya nasıl kayıtsız kalabilirim.

Rüya

Hayatımın en saçma, en parça parça rüyalarından birini gördüm ve rüya günlüğümü evde unuttuğum için buraya yazmak zorundayım. Bu arada hepinize günaydın, lütfen ben yokmuşum gibi hayatınıza devam edin ben hemen şunu yazıp çıkacağım asdfsgdhfjgk.

-chapter 1-

Rüyamda Antalya'dayım ve çok heyecanlıyım. Çünkü o gün Galatasaray maçı var ve sanırım sezonun ilk maçı. Çünkü içimde tam olarak, Allahımsezonunilkmaçı heyecanı var. Maçtan önce bir şeyler yemek için evden çıkıyorum ve her zaman yediğim büfeye doğru yol alırken, Muslera'yı yolda yürürken görüyorum. Formasıyla yürüyor, ama arkasında forma numarası yazmıyor. Kendi kendime, la koş takip et!, diyorum. Sonra bir an duraksayıp, ama maç var, diyorum ve sonra, amaan diyerek takip etmeye başlıyorum. Bu esnada Muslera ilk on birde ise neden maçta değil de Antalya'da diye sormuyorum. Ya da neden forma numarası yazmıyor? Ya da adam neden forma numarasının yazmadığı formayla Antalya'da geziyor? Hadi diyelim tamam bunların hepsi kabul edilir, Antalya'ya geldi de niye Meltem'de yürüyor?

Çünkü rüyada, günlük hayatta da olduğu gibi malım.

Uzun bir süre yürüdükten sonra Muslera hiç sevmediğim bir büfeye oturuyor. O an her şeyden geçerek lap diye karşısına oturuyorum. Önce gözlerini kısarak, sonra açarak bana bakıyor. Sonra bir saniye gülümsüyor ve ardından ben hiç orada değilmişim gibi hayatına devam ediyor. Büfenin sahiplerine gidip sarılıyor. Ben de o esnada yemeğimi söylüyorum, yemek geliyor. Her şeyi kabullenmiş, yemeğimi yerken, iyi bok yedin maç kaçtı, diye sinirleniyorum kendi kendime. Sonra elimde dürüm, koşa koşa maçın ikinci yarısını seyretmek için hep gittiğim büfeye koşuyorum. O esnada YEKTAAA GOL ATMA YEKTAAAA BENİ BEKLE YEKTAAA diye bağırıyorum.

-chapter 2-

Rüyamda lisedeyim. Lisenin üçüncü senesini geçirdiğimiz, bol güneş alan sınıfta. Biyoloji dersi işliyoruz. Sıraya bir şeyler karalarken birden kendime, lan amk biz eşit ağırlık öğrencisiyiz bu biyoloji nerden çıktı?, diyorum. O esnada ders bitiyor. Herkes ayaklanırken, herkesin içinden tekrar numarasız formasıyla Muslera'yı görüyorum. Eldivenlerini giymiş sınıftan çıkıyor. Sınıftan çıkarken kafasını kapının tepesindeki cama çarpıyor. Cam kan oluyor, sonra lise arkadaşımla kapının altına geliyoruz. Bana, geçen bir rüya gördüm, diyor. Ben de sinirli bir şekilde, yine bakire kanıyla ilgili rüya mı gördün la dangalak, diyorum. Hayvan gibi gülmeye başlıyor. Onu ve hayvan gibi gülüşünü bırakıp tekrar içeri giriyorum. Lisedeyken de pek sevmediğim  bir sınıf arkadaşım, Büşra başkan olsun, o sınıfa benden daha çok değer veriyor, herkesin numarasını biliyor, diyor. La siz salak mısınız amına koyayım ne bileyim ben sınıfın numarasını ben kendi numaramı anca öğrendim diyorum. Kız bana bakıp 349 ;););) diyor. Nedense kızın ağzına iki tane patlatmak istiyorum, ama o esnada üniversiteden bir arkadaşımı görüyorum. Sonra ANAA BEN ÜNİVERSİTEYİ KAZANDIM LA DOĞRU BENİM LİSEDE NE İŞİM VAR AMK. diyorum. Kendimi garip hissederek sırama oturuyorum. O esnada blog sayesinde tanıdığım çok tatlı bir hatunla, Bilge'yle konuşmaya başlıyoruz. Direnişten bahsediyoruz. Ankara'yı anlatıyor. Ben Denizli'deydim, diyorum. Bize polis şiddet uygulamadı. Ama biz hep öksürüyorduk, gözlerimiz yanıyordu, sanırım o an kalbimiz sizin yanınızda direniyordu, diyorum. Yüzüme bakıp, bak lan çok acayip bir site keşfettim diyor, ve birden bütün duvar dangalak bir ergen kızın tumblr sayfası oluyor. Ve bütün sınıf okumaya başlıyoruz.

Dayımın TÜH LA SOĞUK ÇAYI DOLDURMUŞUM demesine uyanıyorum.
İyi günler.

Maxi Kids acayip işsizmiş.

Yazmak istiyorum aslında ama yazasım gelmiyor. Yazacak bir şeyim yok ama kendime yazması için ısrar ettim.

2. anne evinden kovulma olimpiyatları bu sene yine nefes kesici. Bu sefer bu olimpiyatları başlatan efsane hareketimiz, garip anamın kafama dolu bir okul çantasını fırlatmasıydı. Sonra oyuncaklarımla Muslera atkımı alıp evi terk ettim. Babamın evine gelince bu akıl almaz derecede lazım olan iki eşyaya bakıp kendime küfrettim. Sanırım yarın eve geri döneceğim. Çünkü bilgisayarımı almadım, çünkü yazmaya başladığım kitabı özlüyorum. Kitap haline gelen şeyi de internetin beş dakikalığına kesilmesi sonucu yazmaya başlamıştım.

Sınırsız internet çok acayip bir şey. Günlerdir manyak gibi, sezon sezon dizi indiriyorum. Sonra bazı insanların hayatını dikizliyorum. Bazılarını baya kıskanıyorum. Ne yapayım lan. Yani bazılarınız çılgınlar gibi üniversite hayatı yaşıyor, çılgınlar gibi tatil yapıyor, çılgınlar gibi yurt dışına çıkıyor. Mesela biriniz Chicago'ya giderse, o birinizin üstüne poke topu gibi atacağım kendimi. Olm çok ayıp ama kıskanıyorum. Bok gibi param olsa ben size gününüzü gösterirdim. Ama bok gibi param yok ve bunları yazdığıma göre sizin bok gibi paranız var. İyi amk gezin, ama Chicago'ya gidecekseniz iki defa düşünün...

Günlerdir küçüklüğümde kazandığım bir cd'yi dinliyorum. Sanırım cd'nin adı Maxi Kids. İçinde böyle çocukların zıplayabileceği, at koşturabileceği şarkılar var. Cd'nin ikinci şarkısı Mambo No. 5 adlı deli dehşet eğlenceli bir şarkı. Bilmeyen arkadaşlar Televole izlemişlerse şarkıyı çok rahat hatırlayacaklardır. Televole çalışanlarının hepsine ıslak atletle dalmak istiyorum.

Hayatta başımıza gelen birtakım saçmalıkları basiret bağlanması olarak açıklayabilmemiz çok rahatlatıcı bir şey. Basireti bağlanan insanları çok seviyorum. Basireti bağlanan ve Star Trek'e gereken önemi veren bir erkekle evlenebilirim. Muslera'yla da evlenebilirim, Star Trek seviyorsa neden olmasın.

                                         
                                            İnci capsleri yüzünden bir gün can vereceğim...