space

space

Kelebekler

Şimdi hava, ağzından salyalar akıta akıta uyuyor. Hiçbir zaman uyumamış olan evimdeyim. Burdayız. King Crimson da var. Sadece sigaramız yok. Biraz da keyfimiz.

Canım yanıyor. Bir varoluş kavgası değil, bir şeyleri kanıtlama çabası da. Manifesto da yazmıyoruz, hipotezlerimiz de yok. Konumuz sensin. Ya da konum. Burda kaç kişi var bilmiyorum. 

Kahve içmeyeli çok uzun zaman oldu. Halbuki ne kadar özledim. Aramıyorum, ama özledim. Kahvenin başına gelenler, senin de başına geliyor; ben buna üzülüyorum. Ya da üzülüyoruz. 
Çayı da annem içiriyor sabahları. Zorla. Gelenekler diyor. Gelenekleri yıkabilmeyi isterdim. Kendimi de. Yıkayabilmeyi de. Son günlerde üstüm çok kirli. 

Kelebekler var. Bir zamanlar hepsi tırtıldı, ama konumuz tabi ki bu değil. Kelebekler birbirilerinin kokularını çok ötelerden duyarlarmış. Ben durur muyum tabi, anında kelebekliği kendimi uyarladım. Kalp atışlarını çok uzaklardan duymaya çalıştım.Duyamadığım yetmiyormuş gibi, hala yumuşakgilim. Ama bundan bahsetmeyelim. Hem Pink Floyd bana ne şarkılar yaptı, haberin yok.

Bütün hayatımı küçük rutinlere bağladım. Aşk tesadüfleri severmiş. Bak onu siktir et; hayat rutinleri sever. 
Her sabah kalkmam, gitmem falan, hepsi oyundu. Maskeleri çıkaralım. Ama işte. İşte seni rutine bağlayamadım. Çalışsa yapar cümlesine ilk defa inanıp çalıştım. Her günü seni farklı sevmeye çalışmam bundandı. İnanır mısın, bazen ayaklarım yerdeyken bile denediğim oldu. 

Kürk Mantolu Madonnam olduğunu anladığım an hazin. Kürk Mantolu Madonnan olmadığımı anladığım an daha da. Bak bundan da bahsetmeyelim.

Gidebilsem giderdim, gitmeyi istemediğim için. Evdeyiz. King Crimson var. 

Vid-

Yıllarca yüzemedim. Hep basamaklarda oturup ayaklarımı suya sokardım. Her gün ayaklarımı biraz daha derine sokardım, ama sadece ayaklarımı. Bir gün babam sıkıldı. Yine ayaklarımı suya sokmaya yeltenmişken sırtımdan itti. 
O gün yüzmeyi değil dalmayı öğrendim. 

Yıllarca dört tekerlekli bisiklete bindim. Sadece evimizin çevresinde dolaştım. Bir gün babam yine sıkıldı. İşte o gün yine bisiklet sürüyordum, ama arkama baktığım zaman iki küçük tekerleğin yollarda süründüğünü gördüm. 
Babam gizlice o iki tekerleğin vidalarını gevşetmişti. Tekerlekler de bana bayılmadığından yolları tercih etmişti.
O gün bir şeyleri farkında olmadan yapabilmeyi öğrendim. Ama farkında olarak yapmak denince, o değil de o iki tekerleği çok özledim. 

Bir gün, yapamadım. Tutunamadım. İnsanların yüzlerine baktım. Onların arasına girmeye çalıştım. Kendimi aptal bir dünyanın içinde buldum. O dünyadan kendimi kurtardığım gün üstüm tozluydu.O halimle babama koştum. Alışıktır sandım. 
Bana bağırdı. Neden böyle yaptığımı sordu. Ben de farkında olmadan yaptım, bunu sen öğretmiştin dedim. Yoksa ayaklarım nasıl yerden kesilecekti?
O gün babasız kaldım. Babam yine sıkılmıştı. Vidalarımı gevşetip, beni bir havuza attı. 
Babam keşke beni su dolu bir havuza atsaydı. 

Elimde kocaman bir sevgiyle kalakaldım. Dünyanın en korkunç şeyi, kontrol altına alınamayan sevgi. Sadece uzaktan baktığım şeyler oldu. Yastıkları yumrukladığım zamanlar da. 

Sonra bir şeyi sevdim. Vidalarımı sıktım, o havuzdan da çıktım. Kontrol edemediğim sevgimi ilk defa o zaman sevdim. Nişan bile alabildim baba; hatta bu sefer farkında olarak yaptım. 
Onun ellerine, boynuna, kalbine, kafasına, ayaklarına bütün sevgimi boşalttım. 
Sonra içim boşaldı. Ama yetmedi. Ona daha fazla sevgi vermem gerekti. Ben de bütün mahzenlerimi açtım. 
Kendime duyduğum sevgi de gitti baba. Hatta bir ara vidalarımı da ona verdim. 

Sonra, sonrası bu işte. Artık ağrıyan bacaklarımdan başka elimde hiçbir şey kalmadı. Eskiden sadece senin boşluğun vardı. Sıkıldığım zaman o boşluğa dalar kafamı bir yerlere çarpardım. Şimdi her yer boş. Artık kafamı da boşluğa çarpamıyorum. Sanırım kafamı da attım. Bilmiyorum. 

Farkında olmadan yapt- Baba. Niye gittin.

A clockwork orange

Bir şeyler değişirken, bu zamana kadar hiçbir şeyin değişmediğini anlıyorsunuz. Bu yüzden kendinize kızıyor; kaybolan zamanınızın, bugünde olmanıza rağmen, bir yerlerini değiştirmek istiyorsunuz. O zaman da, bugünü kaçırıyorsunuz.
Zaman hep geçiyor yani.

Geçen gün, çok uzun süren bir uykudan uyandım. Hiç rüya görmediğim huzursuz bir uykudan. Uyurken de hiçbir şey değişmiyor. Bunu gerindiğiniz zaman anlıyorsunuz.
Uyandığım zaman, bir şeyleri değiştirme gücünü kendimde buldum. Uykuluydum. Ve pijamalı. Ve bu haldeyken; çok uyumuş, ama çok bitkinken a clockwork orange'ı izledim. Bir şeyleri değiştirdim, evet. Ama uyanmak; böyle sert uyandırılmak çok acı.

Alex'in gülüşü; masum, her şeye rağmen masum gülüşü günlerce gözümün önünden gitmedi. Anlam veremediğim bir çaresizlikle ortalıkta kalakalmak da hiç hoş değildi. -Gerçi ben bu sebepsiz çaresizliğe George Orwell'dan alışığım. Ama olsun.-

Başımdan bir çok psikolojik gerilim filmi geçti. Ama hayatım boyunca hiçbir filmde bu kadar gerilmedim. -Gerçi bu şeye film demek gerçekten yanlış.-

Bu kadar sert bir şekilde uyanmak gerçekten sarsıcı. Ama, ama belki uyanmamışımdır. Belki Alex, o kocaman penis ile benim yüzümü parçalamıştır. Ben. Hiçbir şey bilemiyorum.
Beni erken öldürdün Alex. Ama Beethoven gerçekten bir ilah.

Get back.

Rüyamda hamam böcekleriyle boğuşuyorum. Kahverengi oluyorlar. Ve kocaman. Üstüme tırmanıyorlar. 
Annem orda oluyor, ama gelmiyor. Böceklerden çok korktuğumu herkes bilir; ama sadece annem takar. 
Annem yardım etmiyor. 

Uyanıyorum.Çoğu zaman sinirli. Mecalsiz. Bir şekilde mecalsiz işte. Cümlelerim ve ben, aynı anda evden çıkıyoruz. Birbirimizi öpmüyoruz. Eve geliyorum; orda oluyorlar. Onları sevemiyorum. Bağrıma basmaksa ölüm. 

Okula gidiyorum. Aynı yüzlere yine bakmaya yelteniyorum, yine olmuyor. Ben de yüzlerin ayaklarına bakıyorum. Bütün ayakların amacı, yeni maskeler oluyor. Dayanamıyorum. Ben maskelerden korkarım. 

Sınavlar oluyor. Birde, ekşi yüzler. Küçülmüş gözler. Kibirle kıvrılmış dudaklar.
Bazen hepsi birlik olup saçıma laf ediyor. Bazen ayakkabılarıma. Hatta umarsızca burnumu sildiğim montuma bile kızdıkları oluyor. 

Sinirleniyorum. Elimde değil. Geçen gün bir kitabı sıraya vura vura yamulttum. Sakinleştim demek yanlış olur; elime geçen tek şey onlarca çift göz oldu. Hepsi bana baktı. O gözlerin her birinde aynı cümle parlıyordu; ''Sana yardım edebiliriz.'' Hiçbirine anlam veremedim.
Konuşmaya çalıştım. Sözcükler ağzımdan çıktı. Ama geri gelmedi. Artık kendimi bile zor sahiplenebiliyorken, sözcüklere get back jojo demek çok anlamsız.  En azından artık çok anlamsız.

Okuyamam daha büyük bir acı. Belki de benim küresel sorunum. Sayfalara sığınamadığım zaman akrep ters dönüyor. Haliyle başım da dönüyor. 

Ama hala odamı seviyorum. Dört bir yandan fışkıran afişlerimi; beni yutabilecek kadar büyük olan kitaplığımı, kaloriferle sevişen yatağımı, ve her şeyden önemlisi, uçsuz bucaksız tavanımı. 

Belki, belki sadece bir tanrıya ihtiyacım var. Tanrı; eğer varsan, lütfen get back. Kahve yapacağım.

NOTHİNG.

Yarına yetiştirmem gereken yirmi adet testim -Merhaba matematik-,
Kitapçıma ödemem gereken on üç milyonum -Merhaba boş cüzdanım.-,
ÇOK yükseltmem gereken şöyle böyle notlarım -Size merhaba yok; ama bok var.-
Eritmem gereken kocaman -gerçekten kocaman- bir göbeğim,
Bitirmem gereken beş adet kitabım,
Gece yarısı dinlerken korkmamam gereken bir King Crimson'ım. -Ya da Crimson'um.-,
Yazmam gereken beş yüz kelimelik bir makalem, 
Film atmam gereken bir ipodum;
Ve her şeyden önemlisi; ısınmak için sarılmam gereken bir yorganım var.

-Yapılacaklar listesinde en sevdiğim maddenin, son madde olduğunu biliyor muydunuz?-

Çember zor, ama ben de kolay biri sayılmam '';)''

Merhaba. 
Benim artık Woody Allen gözlüğüm var. 
Kendimi dünyayı ele geçirmek isteyen çılgın profesörler gibi hissediyorum. Bunun diğer bir sebebi de, her teli kendi kafasına göre, kendi kafama dolanan saçlarım olabilir.
Sıradaki hedefimiz John Lennon gözlüğü.

Dünden beri büyük bir inatla çözdüğüm çember sorularının başından yeni kalmış biri olarak, La vie en rose demem pek de yanlış olmaz. 
HAYAT GERÇEKTEN GÜZEL LAN.
Burda çemberden bahsediyoruz.