space

space

Bazı nisanlar taştan ağır.

Zaman baya baya geçiyor. Çok sevdiğimiz, çok nazik mayıslar geçiyor, biraz hoşlandığımız haziranlar geçiyor, sinir olduğumuz temmuzlar geçiyor, ağzına çakmak istediğimiz ağustoslar bile geçiyor; ve sonra eylüle kavuşuyoruz. Hırkalarımızı giyip, kendimize sarıla sarıla yürüyoruz. 

Çok nazik bir mayıs öncesi, hayatımın en zor, en üzücü nisanını yaşadım. Bir adamı beklemeye başlayalı bir yıl olmuştu. Bir adama, benim bile öylece bakakaldığım yazılar yazalı bir yıl olmuştu. Bir adamı görebilmek için saatlerle kafayı yemeye başlayalı bir yıl olmuştu. Ben şehir değiştirmiştim, o şehir değiştirmişti. Artık farklı denizlere bakıyorduk. Artık onu görmem mümkün değildi. Dediğim gibi, farklı denizlere bakıyorduk. Kalbim güçleniyordu, kalbimle çok ilgileniyordum o aralar. Lan diyordum, böyle şeyler cidden filmlerde olur. Otobüslerde görülen çocuklarla kavuşulmaz, onlar evrenin derinliklerinde kaybolur gider, sen bilmiyor musun bunu? 

Farklı denizlere baktığımız günler geçti. Ve bir nisan sabahı, onu gördüm. Çok ilgilendiğim, bazen konuşmayıp sadece omzuna hafifçe vurduğum kalbimin, daha önce bu kadar sesli kırıldığını, bu kadar parçaya ayrıldığını görmedim. O kırıkları yerden aldım, ama o kırılma sesi kulaklarımda kaldı. Dedim böyle şeylerle yaşanmaz. Bir yazı yazdım. Okumadı. O yazı, bakakaldığım yazılardan biri olarak kaldı. Onu sessizce buraya bırakıp, gitmek istiyorum.

***
Uzun zamandır yazmadığım için belki kafan rahattır. Ama uzun zamandır yazmadığım için kafam hiç rahat değil. Bu iki cümleye bakarak, tek harfin neler değiştirdiğini gözlemleyebiliriz.

Nasılsın diye sormuyorum, çünkü nasılsın sorusuna bir cevap alamayacağım çok açık. Her zaman kendimi anlattım, çünkü sen hiçbir zaman kendini anlatmadın. İnsanları koku hafızamız sayesinde unutmayız, hiç kokunu duymadığım için seni nasıl unutamadım, bilmiyorum. Aslında koku dahil, seni bana hatırlatan hiçbir şey elimde yokken, daha niye bunları yazıyorum ki? Ama yazıyorum, ama yazmak zorundayım, yazmazsam çıldıracağım, ve her an ölebilirim. Hep bunun korkusuyla yaşıyorum.
 
Elimde seni bana hatırlatacak hiçbir şey yok. Yani seni hayatım boyunca beş dakika görmem ve adını bir yıldır içime içime sayıklamak dışında. Onun dışında gördüğüm rüyalar var, yarım aklımın bana oynadığı oyunlar var. Zaten sana bunları aylar sonra yazışımın sebebi, senin kırmızı bir tişört giydiğin bir başka rüya. Sol ayağının kırık olduğu bir rüya. Umarım sol ayağın iyidir. 

Seni iki defa rüyamda gördüm. İlk rüyamda minicik ve turuncu bir araba penceresinden çıkmayı başarıyordum, ve bunun karşılığında tanrı bana zamanı ileri geri alabilme gibi bir özellik veriyordu. Bense bu özelliğimi rüya boyunca seni otobüste gördüğüm ilk güne geri dönerek harcıyordum. Son rüyamda ise ayağını kırdın işte. Beraber salatalık yedik ama salatalıklar pokemon topları gibiydi. Pokemon'u ve salatalığı çok severim. Sanırım seni de çok seviyorum. 

Her gün, sana duyduğum bu sevgiyi yapay gördüğünü düşünüyorum. Sonuçta sen çok yakışıklı, -ben sana hep güzel diyorum.- bir insansın ve ah kimbilir kaç kız. Bu dediklerim çok saçma ama silmeyeceğim. Sana aşık olurken kafamda koca bir şapka vardı, ve Bandista çalıyordu. Hiçbir kız o koca şapkayı takmaz, taksa da benim gibi takmazdı. Hadi diyelim taktı, kimse gülümsemene öylece şaşırmazdı. Hayır aslında kızlar şaşırırdı. Biz kızlar güzel gülüşlere şaşırırız. Ama bir noktadan itibaren ben dışındaki kızlar, kafalarından o şapkayı çıkarır. Etkilenir, ama bu sadece bir muhabbet konusu olarak kalır. Ben dışındaki kızlar, unuturlar. Ama onlar dışındaki ben,
ne kafamdaki şapkayı çıkardım, ne de seni unuttum. Çünkü ben de biz kızlar gibi bir gülüşten hoşlanıyordum, ama ben çok az biz kızlar gibi, bir gülüşün devamını, öncesini merak ediyordum. Bu da benim lanetim Egemen. Mimikler. 

İnsanların bana dedikleri, genelde bunun sevgi değil de, bir çeşit saplantı olduğu. Halbuki çok saçma. Hiçbir saplantı Yann Tiersen dinleyip dinleyip, it gibi ne bok olduğu belli olmayan şeyler içip, durma göğe bakalım diyen şiirler okutup, böyle şeyler yazdıracak kadar köklü değildir çünkü. Çünkü biliyorum. Çünkü benim de saplantılarım var. Daha fazla uyumak için dün geceden her şeyi ayarlamam saplantıdır; çayı, çay bardağına dokunamayacak kadar sıcak içmem saplantıdır. Seni istemem değil. Seni, sadece sana sarılmak için istemem değil. Kimselere anlatamam normal, ama Egemen; şurda iki kişiyiz. Ben burdayım, sana konuşuyorum, sen neden anlamıyorsun?

Hiçbir şey yapmak zorunda değilsin. Yani, ben üzülüyorum. Bir yıl boyunca bir hayata sığamayacak kadar çok üzüldüm. Bazen bunu kaldıramayıp, kafamda yeni insanlar yarattım ve bu üzüntüyü başka insanların sırtına yükledim. Ama bu senin suçun değildi. Hiç kayda değer bir şey yaşamadık. Hiçbir şey yaşamadık. Üzüntümü sigara dumanı kovalayan bir çocuk gibi kovman için elinde hiçbir şey yoktu. Buraya kadar her şey normal. Ama, ben? Yani bunu büyük bir içtenlikle soruyorum. Ben niye üzülüyorum? Benim de suçum yok, senin de suçun yok, hiç tanışmadık, ben aşığım, sen değilsin. Bunlar nefes almak gibi normal şeyler. Peki, ben niye bu kadar acı çekiyorum. Sanırım şimdiye kadar döktüğüm gözyaşlarıyla, bir karanfili çok rahat sulayabilirdik, ve bu pek nefes almak kadar normal gözükmüyor. 

Kendim için daha anlamlı hale getirmeye çalışıyorum. Seni gördüğüm ilk zamanlar. Her şey yolundaydı, ama hiçbir şey yolunda değildi. Sürekli uyumak istiyordum, sürekli uyuyordum. Yıllarca kalbimi kıran babamda yaşıyordum. Babamla sarılmıyordum, annemi özlüyordum. Kalbim atmak dışında ya kırılıyor, ya özlüyordu. Eskiden sevdiğim adam, aptalın birine gözlerimin önünde aşık oluyordu. Bense bu yüzden kendimi aptal gibi hissediyordum. Çünkü kız güzelken, benim kafamda o şapka vardı ve dışarıdan her şey ne kadar basit görünüyordu. Aptal olan bendim, sürekli uyuduğu için her şeye geç kalan, beyni küflenen bendim. İnci gibi dişleri olan oydu. Mutsuzdum işte. Ailemin dibinde ailemi hissedemiyordum. Dinlediğim şeyleri duymuyordum. Sonra sen geldin. Ya da ben gördüm. Bir şekilde artık benim için sen vardın. Vardın ve bu, beni yerden kaldırman demekti. Bu sokakta çok oynamış, karnı aç bir çocuğun ağzına salçalı ekmek tıkman demekti. Bu algıda seçiciliğimi kahretmen demekti. Bu seni aylarca biraz daha fazla görebilmek için takip etmem demekti. Bu kaybettiğim her şeyi, geri kazanmak demekti.

İşte aslında sana yazdıklarımın anlaşılır olacağı tek nokta bu. Sen, beni yerden kaldırdın. Sen kanamış dizlerimi iyileştirdin, ağzıma bir salçalı ekmek tıktın, ve hayatına devam ettin. Belki bunun farkında değildin bile. Ama bu oldu. Bu saniyenin milyonda birinde oldu belki, ama oldu. Bir yıl geçti Egemen. İnsan hayatı için önemli bir zaman. İnsan bu esnada çektiği acıları unutabilir, yediği şeyleri unutabilir, aldığı hazları unutabilir. Her şeyi yıkabilir, ya da olmayan bir şeyi yaratabilir. Ama ben unutmadım. Ne dizlerimin acısını, ne ağzıma tıktığın ekmeği, ne de dizlerimin acısının geçişinin mutluluğunu. Çünkü ben o kızlar gibi değildim. Çünkü ben o insanlar gibi değildim. Çünkü ben unutamazdım. İşte şimdi, çünkü bunları yazıyorum Egemen. Çünkü bendeki yerin öyle garip, öyle narin, öyle dokunulmaz ki. Bir salçalı ekmeğin getirebileceği en güzel nokta. Hatta bir salçalı ekmeğin bizi getirebileceği en güzel Arabistan.

Seni son defa aradığımda çok heyecanlıydım. Çünkü Django'ya gidiyordum. Çünkü benim artık çok da kısa sayılamayacak hayatımın, ve hayatıma bakılırsa çok kısa sayılabilecek son bir yılımın, en önemli olayıydı. Hayatımda sinemada izleyeceğim ilk Tarantino filmi.  Seans onda başlıyordu, bu benim gecenin birinde dışarıda kalmam demekti. Biraz korkutucuydu, biraz da özgürlük kokuyordu. O anı seninle paylaşmak istedim. Çünkü paylaşabilecek başka hiçbir şeyim yoktu. Ama açmadın. Sonra senden gerçekten vazgeçmeye karar verdim. Ben dışındaki kızlar, ben dışındaki insanlar böyle bir şey için vazgeçmezdi. Zaten böyle bir şey için de savaşmazlardı. Ama o an ben, biz kızlar, biz insanlar olmaya karar verdim. Ucundan da olsa. Seni bunun için unutmaya çalıştım. Ta ki, dün gördüğüm rüyaya kadar. 

Bir rüya bana, bunları yazdırabilir. Bir rüya, bunları sana yollatabilir. Bu tıpkı, bir salçalı ekmeğin, sana hala aşık olmamı sağlaması gibi bir şey. Bu tıpkı bizden ziyade, beni, dünyanın en güzel Arabistanı'na  
getiren şey. 

Ben burdayım. Dünyanın en güzel Arabistanı'nda. Arada üzülüyorum. Beni buraya sen bıraktın, ama gelmiyorsun. Ben burdayım. Hep seni bekliyorum. Seni sevmekten başka bir şey yapamıyorum. Umarım sol ayağın iyidir. Çünkü sol ayağında bir babet vardı, ve yanımdaki kızın dediğine göre o babeti giyen insanların ayağı, üç gün içinde iyileşir. 

Ayakkabılarını kapımın önünde görmeyi istiyorum. Elimde senin için bir salçalı ekmek var. Ve gelişinin her saniyesini aklıma kazımak için, hep kapının önünde bekliyor olacağım.

5 yorum:

  1. Çok etkilendim ve çok içten bir yazı..
    çok da üzüldüm..
    ....

    YanıtlaSil
  2. bu o otobüste başını omzuna yasladığın çocuk mu??

    ulan hayat çok bok:((

    bu yazıya da cevap vermemişse sol bacağı kopsun o odun oymasının!(dikkat kandil bugün tutar mı tutar bedduam)

    YanıtlaSil
  3. böyle hüzünleneceğimi bilsem okumazdım.

    YanıtlaSil
  4. olm üzülmeyin, lig başlasın kendimi toparlarımgfhgjfıdsg....

    YanıtlaSil