space

space
sana hiç bahsetmemiştim ama, muhakkak duymuşsundur: evliliğimizin dördüncü yılında nazlı, evi terk etmişti. nasıl derler, bir başkasına kaçmıştı. acıklı bir durumdu. ne yapacağımı bilmeden odalarda dolaşıp durdum. karımın resimlerine baktım. bir şeyler yapmak, birilerine gitmek, ne bileyim dert yanmak, ondan şikayet etmek, bana yapılan bu haksızlığı ortaya koyup sızlanmak istemeliydim. en azından, herkesin yaptığını yapmak gelmeliydi içimden. belki de bütün bunları istiyordum, harekete geçemiyordum. üstüm başım dağınık, sokaklarda sürükleniyordum. söze nereden başlanacağını bilemiyordum herhalde: durup dururken birine giderek söze başlayamazdım ya. fakat biri benimle konuşmağa başlayınca da, söz dönüp dolaşıp buraya gelecek diye korkuyla iç geçiriyordum; göğsüme bu mesele saplanıyordu. işten erken kaçıyor, meyhanelerde oturuyordum öğleden sonraları. bir gün, tren istasyonunun yanındaki bir lokantaya girdim; kendimi hamallı yük arabalı yabancı bir çevrede bulmuştum birdenbire ve civarda başka bir meyhane yoktu. lokantanın bahçesinde, trenlere yakın bir yere oturdum. erken bir saat olmasına rağmen masalar kalabalıktı. bir şişe rakı söyledim. (kimseye bakacak halim yoktu.) sabahtan beri bir şey yememiştim: biraz meze getirttim. ilk kadehleri hızla içtim, başım döndü. sonra, çevreme baktım: konuşuluyordu, hiç bir şey yenmiyordu, sadece kahve çay gibi şeyler içiliyordu. birileri bekleniyordu. tren yoluna bakılıyordu. içmeye devam ettim. çevremdeki gürültü artıyordu; heyecanlanılıyordu. masalardaki çaylar bile içilmiyordu. bütün gözler demiryoluna çevrilmişti. içki, yavaş yavaş gerginliğimi yumuşattığı için, çevremdeki insanları görmeğe, sesleri duymağa başladım. dış ülkelerden gelecek bir tren bekleniyordu. herkes birbirine gülümsüyordu, bir yakınlık havası sarıyordu ortalığı. ben de gülümsedim (biraz da içkiden). sonra, onlarla birlikte heyecanlanmağa başladım. bilhassa tren yoluna bakınca insanın heyecanı artıyordu.sanki benim de bir yakınım, bir dostum gelecekti. sanki trenden, mesela nazlı çıkacaktı birden ve boynuma sarılıverecekti. ben de bütün olanları bir anda unutarak onu affedecektim. hemen bir arabaya binecektik; her şey hemen düzelecekti. herkes sabırsızlanıyordu; herhalde tren biraz gecikmişti. ben, trenin geliş saatini bilmediğim için, biraz rahattım. 

dakikalar ilerledikçe benim de gözüm demiryoluna takıldı kaldı. tren geldiği zaman, herkes kadar heyecanlı, herkes kadar sabırsızdım. herkesle birlikte gülümsüyordum. insanlar, yakınımdaki masalarda oturanlar, masaya kurulup rakı içerek yolcusunu bekleyen bu adama, biraz hayret, biraz da imrenmeyle bakıyorlardı. ben, olgun bir adam rolündeydim. onlar adına endişeliydim: ya bekledikleri kimse, trenden çıkmazsa diye korkuyordum. bütün bekleyenleri birer birer gözlerimle takip etmeğe başladım. önce trenin pencerelerindeki yolculara bakıyordum; trendeki yolcu, birine el sallamaya başlayınca, onun elini takip ederek talihli karşılayıcıyı buluyor ve rahatlıyordum. sonra, başka ellere bakıyordum. onlarla birlikte gülüyordum; galiba ben de bir iki kere elimi salladım. (sarhoşluktan olacak.) nazlı gelmedi tabii. biraz mahzun oldum. benimle birlikte, beklediği gelmeyen birkaç karşılayıcı daha kalmıştı lokantada. çevremde hüznümü paylaşacak bir iki kişinin daha bulunması, benim de hakiki bir karşılayıcı olarak, sadece beklediği gelmeyen bir karşılayıcı gibi, istasyondan ayrılmamı sağladı. biraz da gümrük kapısında bekledik onlarla birlikte: belki de yolcumuzu, o kalabalıkta görememiştik. sonunda boynumuzu büküp ayrıldık oradan: nazlı gelmemişti. 

bu oyuna kısa zamanda alıştım. arada tren istasyonuna uğrayarak tarifelere bakıyordum. bazen de telefonla soruyordum; ayrıca, trenin geleceği gün de telefon ederek tehir olup olmadığını öğreniyordum. lokantada beklerken de, artık trenin geliş saatini bilmenin heyecanını, bütün karşılayıcılarla birlikte yaşıyordum. birkaç bekleyişten sonra daha cesur olmuştum. elimi hararetle sallıyor, bağırıyor, sesleniyordum. beni, tanıdıklarından birine benzetip, bana da el sallayanlar oldu: bu kadar yolcu içinde, elbette birinin ahbabına benzeyecektim. böyle yanılmalar, benden başkalarının da başına geldiği için vaziyetimde bir sahtelik olmuyordu. ayrıca, tren gelinceye kadar en az bir şişe içtiğim için, bu kadar teferruatı düşünerek endişelenecek kadar ayık da olmuyordum. trenin gelişiyle birlikte istasyonda birdenbire artan hareketin seline kaptırıyordum kendimi. gümrük memurlarıyla da artık ahbap olduğum için, bana bazı imtiyazlar tanınıyordu. öyle ya, benim kadar yolcu karşılayan kimse yoktu. fakat nedense ben, yakınlarımı perondan göremiyordum; tam gümrükçülerden ayrıldıktan sonra, tam ümidimi kesmeğe başladığım sırada yolcum da gümrük kapısından çıkıyordu: onunla meydanın önünde karşılaşmış oluyordum. daha sonraları, perona çıkıp beklememe izin verdikleri için, yolcularımı peronda da görmeye başladım. tren gelince hemen yolcuların arasına karışıyordum; sonra da gümrükçülere görünmeden ortadan kayboluyordum: yolcularımı (genellikle birden fazla olduklarını söylüyordum) peronda buluyordum ve kalabalığın içinde beni göremiyorlardı tabii. gümrükçüler, bazen masama oturuyorlar; ne kadar yolcun var tahsin bey, diyorlardı. beni pek sevmişlerdi. onlarla, selim bey olarak konuşmak garibime gittiği için; bu maceranın, selim beyin günlük hayatı dışında bir gidişi olduğu için, ben karşılayıcılık işinde tahsin bey olmuştum. hattâ bir gün, gümrükçülerden biri, istasyonun dışında bir yerde arkamdan tahsin bey, diye bağırınca hemen başımı çevirmeyi akıl edemediğim için tuhaf bir vaziyete düşmüştüm. o günden sonra ne zaman arkamdan tahsin bey diye bağırılsa hemen döner bakarım.” 

selim bey, derin bir nefes aldı. “her hadisemde olduğu gibi, bunda da işin sonunu bir türlü getiremedim: uzattıkça uzattım. allah’tan o sırada nazlı eve döndü. fakat ben, bu bekleme huyumdan hemen vazgeçemedim: bir süre istasyona sürüklendim durdum. sonra, beni rakı içmek gibi saran bu iptiladan da vazgeçtim. karımla da, ne evden ayrılışını, ne de dönüşünü hiç konuşmadık. 

sonra nazlı’yı kaybettim. şimdi bazen düşünürüm: ne olurdu, aramızda her şeyi konuşmuş olsaydık. nazlı bana evden ayrıldıktan sonra nasıl yaşadığını anlatsaydı, neden birdenbire kaybolmak istediğini açıklasaydı. o kadar sevdiğim karımın hayatına ait bir kısmı, hiç bir zaman bilemedim. sanki iki yıl, nazlı hiç yaşamadı bana göre. biliyorum, denebilir ki, üzücü olaylarla karşılaşacaktı; insan, belki de hiç istemediği sözleri duyacaktı. olsun; hiç bilmemekten, bir insan hayatının o kadar yılını hiçe saymaktan daha iyidir herhalde. onun iki yılını yok saymakla, onun bu yıllarda neler hissettiğini bilmek istememekle, çok sevdiğim bu insana da bir bakıma hürmetsizlik etmiş oldum.

sevgi, hayır gibi, başını salladı. “öyle oldu, öyle oldu,” dedi selim bey. “şimdi de, hiç bir şeyi tamir etmek mümkün değil artık. nazlı’nın hiç bir acı sözü, ölümün getirdiği o geri dönülmez soğukluk kadar çaresiz bırakmayacaktı beni. neyse geçelim bunu. karım öldükten sonra, gene istasyona gitmeğe başladım. bu işin, artık değişik bir tarafı, bir tadı kalmamıştı. bütün insanlarımız gibi, ben de hayatımda bir kere biraz değişik bir harekette bulunmuştum ve bütün insanlarımız gibi, artık ömrüm boyunca kendimi ve herkesi bıktırıncaya kadar bu hususiyetime yapışıp sürüklenecektim; bütün hayatım boyunca bu küçük istisnaya tutunmaya çalışacaktım. 

“gümrük memurları değişmişti, eski garsonlardan hiç biri kalmamıştı. nazlı ölmüştü ve onu beklemek diye bir mesele olamazdı. bunu hayal bile edemezdim. başka bir çareye başvurdum; daha doğrusu, bir trenin kalkış saatine yakın bir sırada lokantaya gittiğim zaman, oyunun mahiyet değiştirebileceğini gördüm. herkes üzgündü: yakınları gidiyordu. ben gene ön masaya bütün rakı takımımla kurulmuştum. artık oyun oynamak lüzumunu da hissetmiyordum; uğurlamaya geldiğim bir yakınım olmadığı belliydi. bu sebepten, kimsenin dikkatini çekmiyordum. suratımı asmış oturuyordum: nazlı gitmişti. gidenler sevinçliydi. geride bıraktıklarına karşı ayıp olmasın diye üzgün görünüyorlardı. gene de, hakikaten üzülen bir iki samimi yolcu vardı. ben kimse bilmemekle beraber, kötü bir roldeydim: bütün gidenlerin, tıpkı nazlı gibi, bir daha dönmeyeceği esası üzerine kurmuştum maceramı. içimden, her kalkan trene ‘ölüm katarı’ gibi, ‘karanlıklar treni’ gibi isimler takıyordum. 

toplu bir cenaze törenine gelmiş gibi hissediyordum kendimi. fazla masraf olmasın diye, bir tren dolusu ölüye tek tören yapılıyordu. tabut ve taşıma masrafını azaltmak için, bütün ölüler, daha tam ölmeden, daha hareket güçlerini tam kaybetmeden, kendi ayaklarıyla törene geliyorlardı. nazlı, bir tren önce gitmişti; ben de, onu uğurladıktan sonra, hazır gelmişken, diğer törenlere de katılıyordum. muhayyilesi kuvvetli bazı insanlar, sevdikleri ölülerin uzun bir yolculuğa çıktıklarını düşünmüşlerdir; bense, bütün yolculuğa çıkanların ölmüş olduğunu düşünüyordum. ne büyük bir günah, değil mi?


Oğuz Atay / Tehlikeli Oyunlar

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder